20100928

Alternatifler

"Hanımım, evden çıkmazdan evvel gaz maskenizi takmayı unutmayınız!"
"Tamam tamam Hikmet efendi, unutmam, artık 10 yaşında değilim."

Bu sözlerle konağın kapısını kapatıp yola koyuldu Elif. Çankaya yokuşundaki bahçeden çıkıp bir yukarılara, yüce liderin konağına gözü gitti, sonra aşağılara doğru yola koyulmaya başladı.

Karşısında bütün Ankara gizliydi, hiç bir şeyini göstermeden belli ediyordu varlığını. Çankaya üst tabakası ile Ulus tarafındaki alt tabaka arasına sıkışmış bir bulut tabakası, bu kış sabahında renkleri ayrıca bir soluklaştırmaktaydı. Yüzbinlerce canın ısınmak için yaktığı kömürlü ve odunlu sobaların dumanları daha erkenden şehri kaplamış, Çankaya'nın sırtından aşağı koyu bir bulut tabakasının üstünden daha yeni doğmuş güneş, gaz maskesinin camlarının arasından eski zamanların nefret dolu bir tanrısı gibi tebaasını tapınmaya çağırır gibiydi ama nerdeee....

Erkenden buluşma sözü verdiği için adımlarını hızlandırdı ve yokuştan aşağı inmeye başladı Elif hanım. Tam sisin arasına girmeden batı ufkunda sinek gibi bir sağa bir sola uçuşan, yana döndükçe kanatları parlayan uçakları gördü ve kalbi pır pır attı. Eski sınıfından Hızır her gün hayatını tehlikeye atanlardandı. Gönüllü cepheye gittiği günü andı, arkadaşının salaklığına diyecek birşeyi o gün de bulamamıştı. Öte yandan hain İngilizlerin Ankara'yı bombalamasını engelleyen tek şey Hızır gibilerin cesaretiydi.

Akif ile buluşacakları kahveye gelince dikkatlice çift kapıdan geçti, gaz maskesini çıkartıp omzuna astı. Saat daha erken olduğundan içeride henüz pek kimse olmadığından Akif Elif'i hemen farketti ve elini sallayarak yanına çağırdı.

"Elif hanım, hoşgeldiniz, umarım yürüyüşünüz keyifliydi. Oğlum, iki çay getir!"
"Akif bey, siz benden de erkencisiniz, çok mu merak ediyorsunuz yorumlarımı?"
"Pek tabii ki, ilk okuyan sizsiniz."

Elif masaya oturdu, kahvehanecinin çırağının getirdiği çaya şekerini atıp karıştırdı. Pek bir acelesi yoktu. Hızır ve arkadaşları cephede savaşmaya gideli beri konuşacak pek bir arkadaş edinememişti ve Akif ile sohbet etmek en büyük zevklerinizden birisi olmuştu.

"Akif bey, yazdıklarınız hakkında sert yorumlarım olacak, kusura bakmayın eğer ağır gelirse dediklerim."
"Yok haaşaa, olur mu? En sert laflarınızı esirgemeyin."
"Açıkçası bu güne kadar yazdığınız en büyük saçmalık. Yazdıklarınız hiç de olası değil. Nasıl bu kadar uydurursunuz inanamadım!"
"Ama Elif hanım??!!"
"Susun da dinleyin! Diyorsunuz ki Mustafa Kemal Paşa Sakarya meydan muhaberesinde ölmeseymiş herşey bir farklı olurmuş. Bir insanın tarihi bu kadar değiştirmesi mümkün değildir."
"Vallahi Elif hanım, Kemal Paşa o ana kadar milli mücadeleyi göturen adamdı, herşey onun başının altından çıktıydı."
"Külliyen yalan, palavra. Rauf efendi, Fevzi Çakmak efendi ve nicelerini nasıl unutursunuz? Yüce liderimiz değil miydi İnönü'nde gavurları durduran, arkasından Sakarya'da sipheleri kazdırıp hem İngilizleri hem yunanlıların ilerlemesinin önünü kesen, arkasından 14 yıl boyunca aynı yerde tutan?"

Akif bu saldırganlığı beklemiyordu. Elleri titreyerek cebinden bir sigara kutusu çıkarttı, kahvehaneci boşları toplamaya gelmişti ki hemen bir kibrit çakıverdi. Derin bir nefes çekip, bir gri duman arasında ne cevap vereceğini düşünmeye çalışırken Elif bu sessizliği kabullenme olarak görüp biraz acıdığındna tekrar lafa başladı.

"Tabii ki Mustafa Kemal Paşa'nın savaştaki katkıları hatırlanmaya değer ancak kendisi kendi ölümüne yol açtı. Dumlupınar'ın galibi Gelibolu'daki gibi eline bir nişancı tüfeği alıp Yunanlıları vurmaya kalkışmasaydı belki dedikleriniz olurdu. Belki Sakarya muhaberesi gerçekten 14. gününde biterdi, belki iki taraf toparlanmak için zaman bulurdu, belki bir sonraki yaz sonu büyük bir hücumla hem Yunanlıları hem İngilizleri dışarı atardık, ne Almanlardan ne de Ruslardan yardım almadan!"

"Elif hanım, bence biraz haksızlık yapıyorsunuz. Mustafa Kemal Paşa bir keskin nişancı tarafından vurulmasaydı burdaki savaş devam etmezdi, birkaç seneye biterdi bence. Kitabımda uzun uzun anlattım, kendisini tanıyanlar gerek Saltanat'a, gerek imam tayfasına nefretinden bahsederler. Eğer bu savaş hemen bitse İngilizlerle Ruslar arasındaki yüzyıllarca süren mücadele sona ererdi, Almanya yenik bir ülke olarak kalmaya devam ederdi, buradaki mücadelenin teknolojik yanı olmaz, bütün dünya yıllarca sürecek bir barışta mutlu mutlu yaşardı."

"Hiç zannetmiyorum Akif efendi. Dediğim gibi bence çok uçmuşsunuz. Nasıl Alman imparatorluğunun hemen pes edeceğini düşünmüşsünüz anlamıyorum. Sağolsunlar, bizim hala emperyalistlerle mücadelemizi görüp hemen kendilerini toparladılar, bize destek çıktılar. Uçak ve silah fabrikalarını Sivas yöresinde kurdular, bilim adamlarını gönderdiler. Rus yoldaşlar da cabası. Hep beraber savaşıyoruz İngilizlere ve hain Yunanlılara karşı 14 yıldır. 14 günde bitecek bir savaş değildi Sakarya."

Akif diyecek birşey bulamadı. Elif de dostuna biraz sert çıktığını farkettiğinden bakışlarını masaya çevirdi ve susakaldı. Kahvehaneci elinde iki taze tavşan kanıyla geldi ve "Akif bey, Elif hanım, buyrunuz, ateşli ateşli tartışıyorsunuz yine, gören de iki aşık kavga ediyor zanneder!" dedi.

Akif kahvehanecinin tepsisinden bardağı hışımla kaptı. Elif ise kızarmış yüzünü nasıl saklayacağını dert ederken kahvehaneci devam etti.

"Kusura bakmayın, kulak kabarttım. Siz gençler bilmezsiniz. Kemal Paşa bizi nasıl etkilemişti. Ben hem Gelibolundaydım hemde Sakarya'daydım. 13. gün akşamı iki taraf da mahvolmuştu. Paşalar hep beraber cepheye gelmişlerdi, zirvelerin ötesine bakıyordu. Ben de hemen orada yanlarındaydım bir şans. Aralarında ordunun ne kadar yorgun olduğunu, Yunanlı pes etmezse kaybedeceğimizi konuşuyorlardı ki Kemal Paşa sinirlendi, eline bir tüfek kapıp zirvenin tepesine kadar çıktı. Etraftan vızır vızır mermiler uçuşuyordu. Kemal Paşa ölümsüzlüğüne inanıyordu. Gelibolu'da gavurlarla mücacelemizde de aynısını yapardı, hepimizin yüregine güç katardı. Ancak şans işte. Elindeki tüfekle tek tek nişan alırken birden bir mermi kafasının yarısını uçurdu ve zirvenin üstüne öylece düştü. Bütün ordunun gücü o an gitti. Hepimiz olduğumuz yerde kaldık. Yavaş yavaş haber cephe boyunca yayıldı. Anafartalar'ın galibi Mustafa Kemal Paşa gitmişti."

Saşkın kalan Arif ağzı açık kahvehaneciye bakıyordu. Kahvehaneci nerde olduğunu bilmez gibi elini uzatıp Arif'in elindeki sigarayı aldı ve derin bir nefes çekti.

"Orda, o an bir millet öldü çocuklar. Hayallerimiz, ümitlerimiz, hepsi Kemal Paşa ile o zirvede kaldı. İsmet Paşa iyi bir asker olsa da Kemal Paşa gibi bir lider değildir, resmi tarihe inanmayın. Tek bir cephe savaşını bile kazanamıştır. İnönü'de Yunan pes etmeseydi biz bitmiştik. O zamandır ne yaptık? Hain Padişah hala İstanbul'da, gavurlar ülkenin yarısını işgal etmiş. 14 yıldır biz de her gün Yunanlıyla savaşıyoruz, İngiliz uçakları bizi zehirleyecek diye korkuyoruz. Yaktı bizi İsmet Paşa..."

Kendini ilk toparlayan Elif oldu.

"Hain! Alçak! Nasıl Milli Şef hakkında böyle konuşursun?"

Kahvehaneci de utandı, yüzünü yere dönüp "Umarım bir gün mücadelemizde başarılı oluruz, gençler, bunlar sizin tasanız artık" diyerek ocağının yanına gitti, omuzları çökük bir şekilde.

Akif ve Elif bir süre seslerini çıkartmadan oturdular, yaşadıkları günleri ve alternatifleri düşünerek. Aniden dışarıdaki bulutlar açıldı ve kahvehanenin içi güneş ışıklarıyla doldu.

Akif, Elif'e dönerek "Biraz yürümek ister misiniz Elif hanım?" diye sordu. Elif başını sallayınca ayağa kalkıp dışarı çıktılar.

Ağaçların arasından sokaklarda manasızca dolaşırken üstlerinden bir grup jet büyük bir patırtı ile geçti. Akif, Elif'e dönerek konuşmaya başladı.

"Belki haklısınız Elif hanım. Sakarya 1921 yazındaydı. Aradan sadece 14 yıl geçti. 1935 yılındayız. Belki ben fazla attım yazarken. Benim hayalimdeki dünyada 1935 yılında Mustafa Kemal hala başımızda. Jet uçakmış neymiş, hiç bir şey yok."

Aniden bir gümbürtü duydular, başları doğuya cevrildi. Kırıkkale yönünden batıya doğru üzerlerinden geçen beyaz ize baktılar. Elif cevap verdi Akif'e:

"Emin değilim Akif efendi, belki siz haklısınız. Belki daha güzel olurdu, barış içerisinde bir dünya. Alman fon Braun efendi ile Yoldaş Korolyev belki beraberce İngilizlere karşı Anadolu'da çalışmazdı. Belki dünyanın barış dolu olduğu bir zaman içerisinde amaçları fezaya erişmek olurdu, belki bu zamana Ay'da bizim yaşadığımız dünyayı konuşurduk."
"Ah ah Elif hanım, sizin hayal gücünüz benimkinden zengin!"

20100325

Süs Eşyası

Yabancıların gemisine ilk bindiğimizde hepimiz heyecanlıydık. İlk defa vatanımızdan, gezegenimizden, güneşimizden uzaklaşacaktık. Hedefimiz Galaksi müzelerinden birisiydi.

Günlerimiz yabancıların dev uzay gemisini gezmekle geçti. Dediklerine göre sadece bu gemide onbinlerce varlık yaşamaktaydı. Şu anda olmasa da yüzbinin üzerinde varlık ile dolaştıkları normalmiş. Yine de bu görkemli, kocaman gemide olup biten sosyal hayatın zevklerine bizi de bütün hevesleriyle katmaları hepimizin hoşuna gitmişti. Her gün yeni varlıklarla, yeni sanatçılarla tanıştık. Sanatçı bütün gücüyle diğer sanatçılar ile ortak çalışmalara girdikçe benim yanında dolaşma gereğim azaldı ve kendimi hedonistik zevklere verdim. Yabancıların kendilerini eğlendirmekteki yetenekleri gerçekten hayranlık verici idi.

Bir gün arkadaş canlısı bir yabancı ile geminin yüzeyinde kocaman bir parka çıktık. Gemi zıplamaların arasında, normal uzaydaydı. Ufukta küçücük ama parlak bir yıldızın ışıkları üstümüze düşüyordu ve hemen üzerimizde kocaman bir gezegen bütün haşmetiyle dev gibi bir hilal yaratmaktaydı. Kendi gözlerimle gördüğüm ilk yabancı gezegendi ve etrafımdakileri unutup gezegene takıldım. Arkadaşım sonunda dayanamayıp beni hafifçe dürttü ve "Buraya ne seyretmeye geldiğimizi unuttun galiba?" dedi.

Bütün park binbir çeşitli botanik bitkileriyle kaplıydı. "Zıplamalarda ve yıldızlardan uzaktayken bunlara ne oluyor?" diye sordum. Cevap vermektense ellerinden birisini uzatip tepemizde doğrulttu, hiç farketmemiştim ama hayli tepemizde çok ince bir ağ vardı. "Yukarıdan ışık ve yağmur yağdırıyoruz. Bazı bitkiler daha az veya fazla istiyor, onları da farklı bölgelere koyuyoruz" dedi. Kendimi küçük bir cocuk gibi hissettim, bu kadarını tahmin etmem lazımdı, bilgisizliğimden utandım ve konuyu değiştirmeye çalıştım. "Bana biraz örnek gösterecektin?"

Arkadaşım koluma girerek beni parkta gezdirmeye başladı ve daha önce bitkilerden farketmediğim şeylerden bahsetmeye başladık. "Bu heykel, Zanfoe İmparatorluğundan" dedi, "daha doğrusu bizden önce bir imparatorluktular, şimdi bize bağlılar ama onlardan tek istediğimiz efendi olmaları ve sanatlarını bizimle paylaşmaları".

Yabancılar bizim sistemimize geldiğinde hayli bir tantana olmuştu. Sonunda galakide yanlız olmadığımız ortaya çıkmıştı ve herkes hayli heyecanlıydı. O günleri pek hatırlamıyorum, daha yeni doğmuştum ve herkesin benimle ilgilenmesinden, Sanatçı'nın yanında bir oraya bir buraya gitmekten olup bitenleri pek takip edemiyordum. Anladığım kadarıyla bir süre sonra heyecan azalmış ve herkes günlük hayatına devam etmişti. Sonuçta uzaydan bir takım varlıkların gelip "Merhaba, barış içinde geldik, bizi liderlerinize götürün" demesi ekmek kapısı dertlerini yok etmiyor.

Yabancılar sadece gezegenin liderleriyle muhattap olmak yerine bizlerin arasına da inmişlerdi ama sonuçta milyarların arasında birkaç bin yabancı ne ki? Sanatçı'nın ünü olmasaydı bir yabancı ile tanışma şansım çok düşük olurdu, onların uzay gemisine binip yıldızlar arasında yolculuk ise...

Arkadaşımın dediği bir şey dikkatimi çekti, "Önce bir imparatorluktular? Ne demek istedin lütfen açıklar mısın?"

Sanki bir küçüğe anlatır gibi "Çok dert etme. Gezegeninize bir şey yapmayacağız. Tek istediğimiz aranızda büyük savaşlara girmemeniz ve her birinize uygar davranmanız. Hükümetlerinize bazı kurallar koyacağız ve gezegeninize bir konsolosluk kuracağız. Bunun karşılığında diğer gezegenlerle ve bizlerle ticaret yapmanıza yardımcı olacağız ve son olarak, kültürünüzün en iyilerinden bir tadımlık alacağız" dedi.

"Kültürümüzden bir tadımlık mı alacaksınız?"

"Bu resim" olağanüstü bir portreye işaret ederek, "Uban halkının en büyük eseri. Tarihlerinde bu kadar meşhur bir portre yapılmamış. Bir çok kişi İnsanlığın Mona Lisa'sı ile karşılaştırıyor. Her ne kadar onların atanomik yapısı ile Mona Lisa'nun anatomik yapısı son derece farklı olsa da aralarındaki bir çok benzerlik estetik zevkin bütün galakside ortak olduğunu düşündürüyor. Heykeller, resimler, çizimler. Şiir, romanlar, tiyatro oyunları biraz daha kültür farklılığını gösteriyor, filmler ise genelde anlaşılmaz oluyor belli bir aşamadan sonra. Ama elle tutulur eserler her nasılda bütün gezegenlerde ortak bir tepki oluşturuyor, olumlu ya da olumsuz."

Başka bir grup soyut heykel grubunun önüne geldik. Bir süre heykelleri seyredip ne mana ifade ettiklerini anlamaya çalıştıktan sonra dayanamayıp soruyu patlattım. "Peki Uban halkı Mane Lise'lerini çalmanız hakkında ne dedi?"

Arkadaşım bu kez açık ve hafif bir kahkaha attı. "Çalmak? Yoo, hayır, kesinlikle hayır. Uban halkı istedikleri zaman başkentlerindeki sanat müzesine gidip Mona Lisa'larını izleyebilirler. Bizimki bir kopya. Ama gerçeği kadar iyi bir kopya."

Sonra uzun uzun bana nasıl bu eserleri topladıklarını anlattı. Eserler özel bir makina içerisine yerleştiriliyormuş. Teker teker içindeki her atomun bir kopyası yapılarak eserin - tam manasıyla - bire bir kopyası alınıyormuş. Yanyana koysalar bile hangisi hangisi anlamak mümkün olmayacak bir şekilde kopyalanan eserin orjinali geri iade edilip kopyası Galaksi müzelerinden birisine veya içinde olduğum gemi gibi büyükçe gemilerindeki parklara yerleştiriyorlarmış.

"Peki hangisini geri verdiğinizi nasıl bilebiliriz eğer o derecede kopyalıyorsanız, ya orjinalini çalıyorsanız?" sorusuna "Güven. Sadece güven ile bilebilirsin. Kimse ayırt edemez her iki kopyayı. İzotoplara kadar bire bir kopyalanmış bir şeyi nasıl ayırt edebilirsin? Öte yandan bizim için maddi bir değeri yok bunların. Kime ne kadar satalım ki? Ne de olsa bir tane daha istersek bir kopya daha yapmamızı kim engelleyebilir? Bizim için sadece bir estetik değeri var, gemilerimizde ve müzelerimizdekiler ve senin gibi misafirlerimizin zevki için bunlar. Sonuçta yaratılan eserlerin neredeyse hepsini kopyalıyoruz ancak en meşhur olanlara bu gemi gibi yerlerde yer var" cevabını aldım.

Buna diyecek bir şey bulamadım. Ne hakları vardı bir sürü kültürün en değerli varlıklarını kopyalamaya? Kim karar verebilirdi galaksideki en güçlü varlıkların bunları yapmasına izin vermeye? Bir sürü düşünceler içerisinde gezegen ve yıldızın ışığı altında dolaşmaya devam ederken aniden etraf birden karardı. Birkaç saniye sonra üzerimizdeki ışıklar devreye girdi. Ne yıldız ne de gezegen ortalıktaydı. Zıplama anonsunu duymamıştık bile. Arkadaşım "sonunda hedefimizin yolundayız" dedi.

Aradan birkaç gün geçti ve yine parkta bir sürü şaheserin arasında dolaşırken aniden tepemde mavi-beyaz bir gezegen belirdi. Hedefimiz, Galaksi Müzesi merkezlerinden birisine sonunda ulaşmıştık. Sanatçı ve Yabancı arkadaşlarım son derece heyecanlıydı. Hep beraber gezegenin yüzeyine bir mekikle indik. Bütün gezegen galaksinin dört bir yanındaki eserlerin 'kopyalarını' inceledik. Aradan haftalar geçtikten sonra en sonunda önemli gün geldi ve ben, Sanatçı ve yabancı arkadaşlarımız müzenin merkezinde buluştuk.

Karşımızda bir çok karışık gözüken aletin arasında iki büyük saydam küre vardı.

Sanatçı kaptığı bir sandalyenin üstüne çıktı ve hepimize seslendi. "Sevgili arkadaşlarım, sanatçılar, artistler, zevkli varlıklar! Benim en önemli eserimi müzenize katmanızdan çok gururluyum. Bu gün burada eserimi huzurlarınızda müzenize bağışlıyorum. Umarım gelecekte nice farklı kültürlerden varlıklar eserlerimize bakıp bizim aldığımız hazları alsınlar ve isimlerimiz zamanla unutulsa da eserlerimiz mutluluk ve zevk vermeye devam etsin!" Herkesin alkışları arasında yabancı arkadaşım kolumdan tutarak beni kürelerin birisine doğru yöneltti ve bana "hiç korkma" diye fısıldadı. Niye korkacağımı anlamadan kendimi kürenin içinde buldum.

Kürenin altından beyaz bir duman fışkırmaya başladı ve kendimden geçtim.

Kendime geldiğimde diğer kürede birisini farkettim. Simsiyah pürüzsüz derisi, inanılmaz bacakları, altı olağanüstü şekilli kolları ile bu muhteşem varlık, etkileyici zeka dolu gözleriyle bana bakıyordu. Etrafımızda yabancılar ve Sanatçı bizleri izleyerek alkış tutuyorlardı.

Aniden korkunç bir fikir aklıma geldi. Hangimiz kopyaydık? Hangimiz gerçek bendi? İkimiz aynı anda bir türlü bitmez bir çığlık atmaya başladık.

20100315

Saçma Fikirler

Bazen aklıma nasıl saçma sapan fikirler geliyor inanamıyorum.

Beren ve Luthien'in hikayesini bilirsiniz. Luthien ormanda dansederken Beren'in gördüğü halinin meşhur bi illustrasyonu vardir... (Bakınız yandaki resim).

Bir yandan BBC'nin From Our Own Correspondent'i dinlerken dünya felaketlerinden bahsedilirken ekrandaki herşeyi minimize edince arka görüntü olarak bu karşıma çıktı ve aklıma gelen fikir "Acaba Luthien modern dans mı yapıyordu yoksa Lazlar gibi dimdik durup "Hop! Hop! Hoooy!" diye olduğu yerde zıplayarak mı dansediyordu???" oldu...

Sonuçta halk oyunu, Elf'ler modern dans/bale yapacak diye bir kural yok, belki bi ellerinde mendil, davul ve zurnaya oynuyorlardı arkada yüz elflik senfoni orkestrası yerine... Niye olmasın?

20100118

Hesap Kitap

Elif aynaya son bir kere baktıktan sonra kendisine güvenli ve gururlu bir şekilde evinden çıktı ve tepeden aşağı yürümeye başladı. Boğaz, saraylar ve camiiler bu soğuk ama güzel Ocak gününde bütün görkemleriyle güneşin ışıkları altında parıldıyordu.

Elif İçişleri Bakanlığının bahçe kapısına geldiğinde heyecanı ve merakı iyice azalmıştı. Bir tanıdığı ilginç bir karakterden bahsetmişti. Kapıdaki bekçiye ismi verip yol tarifini aldı ve yüce bakanlık binasının karanlık labirentini dolaşmaya başladı.

Bodrum katında, karanlık küçük bir odada Hikmet Efendi'yi buldu. Yanında ufak tefek bir gavur oturmaktaydı. Hikmet Efendi ile hızlı bir şekilde ingilizce konuşmaktaydılar. Hikmet Elif'i kapının eşiğinde görünce ayağa kalktı ve yabancıyı göstererek hızlıca "Elif hanım, bahsettiğim kişi budur. Mösyö Babıç" dedi.

Elif, Hikmet'in terbiyesizliğine çoktan alışmıştı. Hikmet son derece kolay heyecanlanan, sürekli aklına gelen fikirleri kovalamaktan insanlarla pek anlaşamayan birisiydi ve görgü kurallarını pek kafasına sokamamış birisi olsa bile Elif'in sevdiği insanlardan birisi olduğundan bu davranışı pek dert etmeden Babıç'a elini uzattı.

"Sizden çok bahsedildi Babıç efendi. Benim adım, Hikmet'in dediği gibi, Elif. Medrese'de öğrenciyim."

Babıç'ın şaşkınlığı belliydi. 'Hanımefendi, çok iyi ingilizce konuşuyorsunuz. Tanıştığımıza memnun oldum. Saygıdeğer Padişah'ınız beni imparatorluğunuza davet ettiğinden beri muhteşem insanlarla tanışmaktayım. Ne yazık ki benim hayallerim Avrupa ülkelerinde istenmiyor. Kilise incilde olmayan herhangi bir bilimin gerçek olamayacağını beyan ettiğinden beri benim gibi mühendisler, bilim adamları istenmeyen insanlar ilan edildi. Çok şükür Padişahınız ve ulemalarınız yeniliklere açıklar."

"Ah Mösyö Babıç, bunları dert etmeyin. Yeni bir dünyadasınız artık. Hikmet Efendi bazı meraklarımızın benzer olduğunu söylüyor. Her ne kadar hayli genç olsam da umarım beraber çalışabiliriz".

Bakışları Elif'in gözlerine takılmış Babıç'ın kaşları hafifçe kalktı. Hikmet ise bir birine, bir ötekine bakarak acaba büyük bir hata mı yaptıgını düsünüyordu.

Aradan yazlar, baharlar, kışlar geçti. Soğuk ve sisli bir Aralık sabahı artık saçları bembeyaz olmuş, sırtı bükülmüş bir Elif Hanımefendi, konağının kapısından yavaş yavaş çıkarak yürümeye başladı. Sarı, kirli bir sis yüzünden göz gözü görmüyordu. Elif, elindeki mendili agzına ve burnuna tutarak etrafına bakındı. Böyle bir günde geç konağın önündeki boğaz, bahçedeki elma ağaçları gözükmüyordu. İskeleye vardığında vapur çoktan gitmişti. İskeledeki elektrikli kayıkların birisine yardım alarak bindi ve sessizce yola çıktılar. Kayıkçı siste bir şey göremediğinden yavaştan alıyordu. Uzaktan vapurların kornaları duyuluyordu.

Kendi kendine "Bir yerde yanlış yaptık Babıç efendi." dedi. Hedefi eski sevgilisinin mezarıydı. "Bir yerde yanlış yaptık. Hesap Makinamıza bütün bildiklerimizi girdik ama istediğimiz gelecek bu değildi Babıç efendi."

Hikmet, Babıç ve Elif beraber Osmanlı'ya Hesap Makinasını tanıtmıştı. Diğer gavur ve yerli ulema bu cihazın değerini anlamış ve Osmanlı'yı dünyadaki en büyük güç yapmıştı. İstanbul bütün dünyanın en ileri, en kuvvetli şehri haline gelmiş, Hesap makinası sayesinde uzaya bile adam göndermiş olmasına rağmen havası suyu yaşanmaz hale gelmişti.

Elif, kayığın önünde, gözleri dik bir şekilde sise bakıyordu. "Belki bu işin içinden bir şekilde kurtuluruz. Çokça dediğin gibi 'Yetersiz bilgi kullanmaktan gelen hatalar, hiç bilgi kullanmamaktan gelen hatalardan azdır'. Umarım Sadrazam Hikmet efendi izin verir Hesap Makınasını tekrar kullanmama."

Sislerin içinden bir vapur aniden bitiverdi kayığın yanında. Kayıkçının gözleri faltaşı gibi açıldı. Vapur yoluna devam ettiğinde geride sadece birkaç tahta parçası kalmıştı. Gelişimi artık kimse durduramayacaktı.