20081222
Pardon
Yeni çiftin düğünü bütün hızıyla devam ediyordu boğaz manzaralı lokalde. İçkiler lıkır lıkır iniyor, her dakika daha çok insan kendisini ortalığa atıp çılgınca oynuyordu. Orkestranın gürültüsü boğazın sakin sularının üstünden neredeyse karşı yakadan duyuluyordu. Bütün Ortaköy mahallesi sakinleri "yuh bre" çekiyordu.
Aniden dalgalandı sakince akan boğaz suları ve önce bir dokungaç suyun yüzeyine çıktı. Arkasından su gittikçe çalkalanmaya başladı ve yeşil gri bir yaratık kendisini suların üzerine çekerek sahile çıktı, tam da lokalın karşısında.
Eski tanrıların lideri yüce Cthulhu aniden sessisleşen düğün misafirlerine bakarak "Pardon, sesi kısabilir misiniz azıcık?" diye sordu. Sağda solda herkes akıllarını kaybetmekle meşgulken bir tek orkestranın davulcusu sakin bir şekilde karşısındaki mahlukata bakarak "Emrin olur abi yaa, ayıpsın" cevabını verebildi. Eski tanrı davulcunun cevabından tatmin bir şekilde tekrardan derinlikler daldı ve bir istanbul düğünü de bu şekilde sonlandı...
20081219
Sevgili Kalamar'dan Sevgili Yerli'ye
Bu gezegene gelmeden önce yüzyıllarca devir yolculuk yaptık. İlk koloni yolculugu idi bizimkisi. Her zaman oldugu gibi devletin parasını boşa harcıyorsunuz diye diye iyice kıstılar bütçeyi. Proje ilerlemeye çalışırken gelip giden hükümetlerin her birisi kendi politik kesintisini yaptı. Öte yandan yine bürokratlar tarafından yöneltilen projenin bütçesinin hayli bir kısmı çarçur edildi.
Yola çıktığımızda artık hiçbirimizin elimizin altındaki ekipmana bir güveni kalmamıştı açıkçası. Motorların uğuldaması, pompaların vınlaması, boruların ve tüplerin ığıldaması - hepsi bir garibimize gidiyordu, birşeylerin yanlış gideceği kesindi. Sonunda birşeyler nalları dikti ve başımıza neler geldi ama ona sora geleceğim.
Biz ilk koloniydik. Haliyle herşey bizim başarımıza bağlıydı. İlk gidenler başarısız olursa niye tekrardan bu kadar para harcansın? Ayrıca başarısızlığın sebebi bulanacak... Zaten bütçeleri tümden kesmek varken hele...
Haliyle hayli yoğun baskı altındaydık başarılı olmak için elimizdeki şartlarla. Gerçeklerin üzerinde beklentilere cevap vermek çok zor bir iş.
Geminin kaptanı bendim. Tayfalara karşı sorumluluk üstüne hükümet bürokratlar ve politikacılarla ugraşmaktan gına gelmişti. Haliyle bütün tasarım hatalarına, eksikliklere rağmen başarılı bir kalkış ve çok da sorunlu olmayan bir yolculuk başlangıcı hepimize çok iyi gelmişti. Bütün mürettebat hayli neşeliydik, Teknisyen haricinde. Teknisyen aletlere bır anne gibi bakıyordu, neredeyse her saniyesini herşeyin düzenli çalışması için ugramaşmakla geçiriyordu. Haliyle keyfi sürekli çok bozuk şekilde geminin koridorlarında dolaşıyordu.
Teknisyen. Ah Teknisyen. İlk planlara başladığımızda en neşeli ve hareketli olan, proje sırasında herşeye heyecanla atılan, 10 devir üst üste en hevesli tayfa ödülünü alan Teknisyen. Esasında hala herşeyi ona borçluyuz. Cesedini buradaki ilk yaşamın kaynağı olarak kullanmasaydık buradan kurtulabilme şansımız bile olmazdı. Herneyse, yine çok ileriye atladım.
Yolculuk devirlerce sürecekti. Haliyle herşeyin aşagı yukarı normal olduğuna kanaat getirince herkesi uyku kabinlerine kapattık. Teknisyen, Doktor ve ben her yarıdönüm kalkıp kontrolleri yapacaktık.
Ziguratt'ın en alt tabakasına kolonide kullanılacak ekipmanları yerleştirmiştik. Bir üst tabakada koloniciler uyku kabinlerinde uyuyorlardı. En üst katmanda da motorlar ve geri kalan ekipman, en tepede ise benim mekanım, kaptanın yeri.
İlk birkacyüz devir sakin gitti, bir sorun yaşamadık ufak tefek tamir edilebilir arızalar haricinde. Kabaca yarıyolda iken felaket bir kaza başımıza geldi. Herşey yakınında geçtığimiz bir yıldızın patlamasıyla başladı. Patlamanın şok ve radyasyon dalgaları bize vurduğunda zaten kendi başına tıngır mıngır çalışan sistemler arka arkaya çöktüler. Koloninin bir kısmını radyasyon hasarı yüzünden kaybettik. Uykularında hic birşeyin farkında olmadan gittiler. Doktorun çabalarıyla geri kalanları kurtarabildik ama büyük kısmında zaman geçtikçe mutasyonlar olacaktı. Doktor ve ben ise tümden şanssızdık. Yaşayacaktık ancak korkunç bir gelecek bekliyordu bizleri. Esas acıklı durum Teknisyen'in durumuydu. Tamiratlarla uğraşırken aldığı dozaj sonunu belli etmişti.
Arka arkaya çöken sistemlerle Teknisyen ugraşırken ben haldır huldur acil iniş yapabileceğimiz bir sistem arıyordum ve bu sistemde karar kıldım.
Sert bir iniş kolonide kullanacağımız ekipmanları darmaduman etti. İndiğimiz gezegen metan atmosferli zavallı birşey olsa da uzun vadede bir seyler yapılabilir gibiydi.
Radyasyon hastalıgından ölmekte olan Teknisyen, yüzü ve vücudu biçimden biçime girmiş ben ve Doktor hep beraber kafa kafaya verip ne yapacağımızı düşünmeye başladık.
Yolculugun başından beri karamsar olan Teknisyen başına geleceklerin kesinliğı sayesinden midir, manasız bir neşeye sahipti. "Takma be kafana Kaptan yaa, kabinler sağlam en azından, olayı uzun vadeli düşün, şimdi olmasa da gelecekte bir şekilde çözülür dertlerimiz!" dedi bir gün ve bu bana bir fikir verdi. Doktorun da oluruyla bir plan oluştu aklımızda. Ancak bir şeyi gözönüne almayı unutmuştuk.
Teknisyenin mutasyondan şekilden şekle girmis sıcak vücüdunu temel malzeme olarak kullandık. Kazada hayatını kaybetmişleri de organik madde kaynağı olarak kullandık ve Ziggurat'ın etrafına ektik, Böylece bu gezegende hayatın ilk adımını attık.
Sevgili Yerli. Unuttuğumuz nokta Teknisyenin genlerinin sizere kadar varma olasılığı idi. Bu yüzden telepatik olarak bizlere bağlisınız ve bizim bildiklerimizi bir seferde kavramanız o kadar zor ki. Oysa ki aradan geçen milyarlarca devirlerden sonra sizler bizlere yardım edecek kadar geliştiniz. Koloninin sahip olduğu bilgilerle yıldızlara tekrar yolculuk edebiliriz. Umarım sen bize yardim edebilirsin. Sevgili Yerli lütfen lütfen dinle beni. Sevgili yerli lütfen.... Lütfen...
-------
Kaptan Idris'in gözleri faltaşı gibi teknesinin hemen yanında açık denizin içinden çıkmış canavara bakıyordu. Aklının son parcacıkları uçuup giderken zihninde son duyduyu sozler şöyleydi: "Cthulhu Fhtagn... Fhtagn..."
20081102
Yolculuk (NaNoWriMo 2 kasim!)
Zipla. Deneyleri yapacak uydulari sal. Bir onceki deneylerin sonuclarini incele. Uydulari tekrardan topla. Ziplamaya hazirliga basla.
Bir sure sonra kacinci ziplamada oldugunu unutuyor insan. Ote yandan insanligin Andromeda galaksisine ilk yolculugunu cok iyi bir sekilde kaydini tutmamak cinayetten ote bir suc olsa gerek.
Bilimadami aniden calisma odama daldi. "Tarihci, gel, bunu kacirmaman lazim!"
Pesinden kopruye kostum. Murettebatin kalanini olusturan Kaptan, Doktor ve Filozof zaten kopruye gelmisti ve Pilot her zamanki gibi kumandalarin basindaydi. Hepimiz yanina yigildik. Pilot gostergelerden birisine parmagiyla isaret etti.
"Bir kutle var, hayli yakinimizda ve haylice buyuk. Mesafe on-onbes parsek olsa gerek. Kutlesi de uc carpi on uzeri onsekiz kilogram."
Hepimizin birden bire nefessiz bir sekilde donduk kaldik.
Herseyden once kisa bir aciklama aramizdaki bilimle cok ilgili olmayanlar icin. Bir parsek 3 isik yilindan biraz fazla. Andromeda ve samanyolunun arasindaki mesafe asagi yukari 775bin parsek, yani iki bucuk milyon isik yili civarinda yuvarlak hesap. Gunes ile en yakin yildiz arasindaki mesafe kabaca 4 isik yili. Gunes ile dunyanin arasindaki mesafe 8 isik dakikasi. Yani bu cisimle aramizda asagi yukari 30-40 isik yili mesafe vardi. Ote yandan her iki galaksiden en asagi bir milyon isik yili uzaktaydik. En son bir yildizi gec, kucuk bir gezegen boyundaki bir kutle tespit edeli en az birbucuk yil olmustu. Kutleye gelince, bu olcumlerimizi aldigimiz cisim neredeyse bir ay kadar buyuktu. Birkac hidrojen atomu disinda bir kutleye galaksilerden bu kadar uzakta rastlamak gercekten cok buyuk bir olaydi. Hepimiz sessiz bir heykel gibi kala kaldik.
Sonsuzluk gibi gecen bir sureden sonra Kaptan hepimizin aklinda olan soruyu sordu: "Ne zaman yakinina ziplayabiliriz?"
---
Uzay-zamanin bu kadar duz oldugu bir yerde herhangi bir kutle cok uzaklardan hissedilebilir oluyor. Ziplamadan sonra cismin yanina yaklastikca ne kadar buyuk oldugunu farkettik. Capi iki yuz kilometreden biraz daha buyuk, yuvarlagimsi bir cisimdi. Boyutunu net olarak tespit edebildigimiz an kabin tartisan insanlarla doldu. Bu boyut ile bu kutle bir degildi. Sadece Pilot ve ben bu tartismalara girmektense koprunun videolarindan disariyisi seyretmeye devam ettik. Her iki galaksiden bu kadar uzaktayken bir yildiz isigi bile saglayacak kadar foton olmadigindan radar ile haritasini cikartmaya calisiyorduk.
Ekrandaki goruntu yavas netlesti ve daha cok detak gozukur oldu. Pilot agzi acik bir sekilde koltuguna yaslanmis bir sekilde kalinca ben titreye titreye girtlagimi temizleyip sakin bir sekilde konusmaya calistim: "Kaptan - bu bir gezegen degil. Bu bir gemi."
Kopru aniden bir sessizlige gomuldu ve geri kalanlar da ekranlarin basina toplandilar karsimizdaki manzarayi seyretmek icin.
---
En hayal kirikligina dusuren sey, gemideki herkesin milyonlarca yil once olmus oldugnu kesfetmemizdi. Kocaman ay buyuklugundeki cisim milyarlarca, hayir, trilyonlarca varligi hibernasyon kabinlerinde tasiyan bir yolcu gemisiydi. Muhtemelen icinde dolastigimiz kocaman, tuplerle dolu katedral buyuklugundeki depolar zaten bir atmosfer icerecek sekilde tasarlanmamisti. Cesitli yerlerden ornekler aldik ve izotoplari kullarak bir tarih bulmaya calistik.
Ilk rakamlar bu geminin ve yolcularinin en azindan birkac milyar yildir yolda oldugunu gosteriyordu. Geminin buyuk bir kismi hibernasyona yatmis yaratiklardan olusuyordu. Daha sonra yasam sistemlernin oldugu bolgeleri bulduk. Buralarda yasamlarini uyanik olarak bu kocaman geminin icerisinde gecirenlerin kalintilarini bulduk. Ote yandan pek bir sey kalmamisti geriye herhangi bir cevap alabilecegimiz.
---
Ne de olsa tekrar gelebilecegimizi dusunerek bir isaret vericisi biraktik ve kendi gemimize binerek yolulugua devam hazirliklarina basladik.
Filozof ile son bir kez gemiyi kendi gozlerimizle gorebilmek icin gozetleme haznesine cikmistik.
Filozof bana bir suredir dusundugu teorisini anlatmaya basladi:
"Bu yaratiklar bunca gunes sistemlerini terkedip yeni bir galaksiye gececek kadar cesaretliymisler. Ya cok ciddi bir nufus sorunlari vardi ya da arastirma ve kesif icin yanip tututsan, son derece yaratici ve merakli bir irk idi!"
"Ya da son derece umutsuz, herseye ragmen yeni bir yerde yeni bir baslangic yapmanin hayalini kovalayan bir irk" diye cevap verdim. Bu kadar kisiyi toplayip sadece tek bir gemiye tikmak ve bu kadar buyuk bir yolculuga kalkismak bana akil kari gelmiyordu.
Her ikimiz de yolculari son bir kez selamladik uzun yolculuklarina sag saglim devam etmelerini dileyerek.
Ziplama birkac saniye sonra geldi ve gozetleme kabini simsiyah ziplama boyutunun karaltisi ile doldu.
Kendi kendime konusurcasina devam ettim: "Ya da her irkin yaptigi gibi kendilerinden ustun ve daha tehlikeli birilerinden saklanmaya calisiyorlar. Acaba iclerine bu kadar korku sokan ne ola ki?"
20081029
20081028
Yüzük
Öte yandan son yıllardır yaşadıkları birer birer aklından geçiyordu. Yoldaşları ve mücadelesini verdikleri Devrimi düşündükçe yüzüğü alıp uzaklara atası geçiyordu.
Hala bunları düsünürken kapı açıldı ve bir tegmen ile iki asker içeri girdiler. Sırası gelmişti. Birkaç dakika sonra duvara yaslanmış, göz bagcıgını reddetmiş şekilde kendisine doğrulmuş 12 tüfeğe bakıyordu. "Devrim zamanı geldiğinde duvara sırtını ilk verenlerden..."
Aradan birkaç saat sonra 16 yaşındaki genç bir er hayatının süprizi ile karşı karşıyaydı.
20081027
Kaptanın Yolculuğu
“Kaptan, okuyucularım için buralara nasıl geldiğinizi anlatabilir misiniz? Sizin gibilerin sayısı gerçekten az, bu yüzden...”.
Kaptan bir kahkaha patlattı. Bu neşeli, konuşkan insanın neden bu işi seçtiği gerçekten kendisiyle tanışan her kişinin merak ettiği bir konuydu.
“Arkadaşım, çok uzun bir hikaye değil, anlatayım!”
“Yıl, 2014. Ben Trabzon adında küçük bir şehrin yakınlarında bir kasabada yaşıyordum. Ufakça bir balıkçı teknem vardı. Her gece güneş batmaya doğru tekneye atlar, iyice açıldıktan sonra ağları atardım. Bazı bazı yanımda bir ya da iki el olurdu ama yalnız oldugum çok olurdu.”
Paketten çıkarttığı sigaraya bakarak devam etti. “ İğrenç bir alışkanlık ya. Herneyse, ağları saldıktan sonra teknenin direğine asılı uzun dalga antenini telsize bağlar, elime mikrofonu alırdım. 2010 civarında güneşin aktivitesi gittikçe arttıgından özellikle geceleri bütün gezegen telsizimin mikrofonundan bana selam söylerdi.
Hele denizin ortasında, karadan iyice uzakta güzel açık bir gece ışıkları kapattın mı bütün gökyüzü binlerce yıldızın ışıgı altında fenerler gibi parlardı. Yıldız ışıkları denizden yansırken telsizden dostlarla sohbet büyü gibi bir ortam yaratırdı. Gerçekten en mutlu olduğum zamanlar böyle anlardı.”
“Herneyse, gene böyle bir gece ben balığa çıkmışım. Ağlar atılmış, beklerken 20 megahertzde konuşuyoruz dostlarla. Amerikadan bir adam çıkmış uzaylıların kendisini ziyaret ettiğini ve affedersin, kıçına bir şeyler sokup ölçüm aldıklarından bahsediyor. Frekanstaki diğerleriyle beraber dalgamızı geçmekteyiz bu adamla. Ben uzaylılara hiç inanmıyorum, yoktur bizim dinimizde böyle şeyler.” Bana bir göz kırptı ve devam etti, “Sonra aniden bütün frekanslarda bir ton geliyor. Ondan sonra ingilizce, rusça, fransızca almanca derken bütün dillerde tekrar eden bir yayın başlıyor. Ben haliyle ingilizce ve rusça biliyorum, başka türlü bizim oralarda balığa çıkamazsın, haliyle hemen anlıyorum ne oluyor bitiyor. Frekansta sesimi duyabilen var ise onlara anlatmaya çalışıyorum ne olup bittiğini ama sonra ögreniyorum ki adamlar bastırmışlar herşeyi, korkunç bir güçle yayın yapıyorlar.“
Sigarasını öteki cebindeki kibrit kutusundan çıkarttıgı çöple yaktı.
“Yahu meğerse bizim gezegen binlerce yıldır gizli bir örgüt tarafından uzaylılara karşı korunuyormuş! Bu adamlar bizim için uzak gezegenlerde ve yıldızlarda İnsanlık için savaşırmış, en azından Mısırlılar devrinden beri! Gizli gizli topladıkları gönüllülerle dünyanın geri kalanıyla karşılastırdığında büyünün daniskası cihazlar ve uzay gemileriyle alt etmişler çevremizdeki bütün kötü uzaylıları ve artık sonunda hazırmışlar geri kalan İnsanlığı uzaya çıkartmaya, bu gezegenleri ve yıldızları kolonize etmeye! Dahası, şu anda başlarındaki genç, Anadolu'nun bağrından çıkan birisiymiş. Anlaman lazım, biz Lazız ama Anadolu çocuğuyuz, o toprakların sevgisi ile yaşamısız onca yıldır. Nasıl gurur duydum, gereksiz bir gurur ama yine de gel kalbe anlat bunu.”
Sigarasının dumanını içine çekti ve ilk nefesinden sonra bir öksürük krizine tutuldu. Dokungaçlarımın birisiyle uzanıp sırtına birkaç defa vurdum.
“Sağolasın. Neyse, uzun lafın kısası ilk başvuranlardan birisiydim. Daha doğrusu ilk birkaç milyon içerisindeydim. Çeşitli testlerden sonra bana en uygun işi buldular, teklif ettiler, ben de atladım üstüne.”
Bir bipleme duyuldu. Önümüzdeki tarayıcıda bir gaz yoğunluğunun yaklaştıgı uyarısı vardı. İdris Kaptan bana gülümseyerek “Ağları atmanın zamanı gelmiş, yoldaş” dedi ve panellerdeki düğmelere basmaya başladı.
Kabinden dışarı baktıgımızda Galaksinin yıldızları aynı şekilde parlıyordu ancak manyetik alanlar gemiden uzağa uzanıp boşluktaki hidrojen gazını kendisine doğru çekmeye başladı. Bussard Ramjet adı verilen motoru besleyen gazlar koca uzay gemisini yıldızlar arasında ışığa yakın bir hızda hareket ettirmekteydi.
“Bazı yıldız sistemlerindeki uzaylı dostlarımıza fazla teknoloji göstermek istemiyorlar ama kültür ticaretine de devam etmek istiyorlardı. Bu sistemlere zıplayan gemiler yerine bunun gibi yavaş gemilerle ulaşılıyor haliyle. Sen benim gemime zıpladın geldin, öyle geri döneceksin ama benim hala sekiz ışık yılı yolum var. Işık hızı sagolsun, o kadar uzun tutmuyor benim için ama zaman geçiyor benim etrafımda.”
Dayanamadım. “Zaten bu yüzden sizin gibi kaptanların sayısı çok az. Herşeyi bırakıp bu şekilde yolculuk yapmaya hazır kişi sayısı çok az. Belli bir zihin yapısı gerektiriyor olsa gerek?”
Idris Kaptan tekrar kahkaha attı. “Bilemem, belki. Bizim eş kocakarı olalı yüzyıllar oldu. Belki onun dırdırından kaçıyordum, belki de bilmeden aradığım başka bir şey vardı. Çok şükür, teknoloji sagolsun, kaptanlık çok farklı değil bu gemiler için. Yine yolunu buluyorsun, yine limanları hedefleyip açıklarda yolculuk ederken sakin geceleri benzeri bir şekilde dolduruyorsun. En azından aniden bir fırtına çıkmıyor buralarda.”
Elini ansible telsizine attı. “Eee, şimdi izin verirsen, zamanı geldi”. Başımı salladım. “Frekanslar biraz farklı tabii ki ama olayın temeli yine aynı: Sohbet etmek isteyen varsa frekansta...” Eline aldığı mikrofonun üstündeki düğmeye bastı ve konuşmaya başladı. “CQ CQ CQ Kaptan İdris burada. Aldebaranlı ziyaretçisiyle bitmez tukenmez yolda devam ediyor”. Ansible çağrı frekansında olan bir başka varlık cevap verdi ve uzun bir sohbet başladı. Birbirinden en azından yüzlerce ışık yılı uzak, tümüyle başka ırklardan iki varlıgın uzun mesafe dostluğunu dinlemek yüreklerimde sıcacık bir his yarattı.
Sevgili okuyucu, İdris Kaptan ve benzerlerinin sayısı gittikçe azalmakta. Benzeri zihin yapısında olan, insan veya değil, varlık sayısı her sene azalıyor. Bunun sebebi belli değil ancak benim şahsi fikrim güzel bir gece açık denizde yıldızları izleyerek aralarında yolculuk yapmayı hayal ederek dostlarıyla sohbet eden varlıkların sayısının azalması. İdris Kaptan Dünya tarihiyle 2491 yılında gemisiyle kayboldu. Emimin bir yerlerde hala dostlarıyla sohbet etmekte. Kanımca sadece etrafına kendisinden çok daha farklı bakmakta olan bizlere karşı ilgisini kaybetti ve yıldızların arasında keyfine bakmakta, arada bir sigarasının dumanından öksürük krizlerine gire gire.
20081023
Bad holiday experience
In the best Aldebaran shore -
Double booked and got eaten
cuppa hot chocolate
To Ski in Olympos Mons
Unhappy customers
20081022
20081021
Looking for Higgs
Bosons accelerated real fast,
Marbles for grownups
Lazarus Long
On its endless, starstruck trip -
Lost map left back at home
Gece gelmeden...
Uyargaçlarım sarkık ve hissiz,
Yeşil günbatımı ne güzel!
Go! Go! Go!
Lazer ışınları kırmızı ve ölümcül,
Gerginlik - Hadi Şimdi!
Deep Freeze
Bright blue ice crystals in my eyes -
Mishap at Pluto
Gökten Düşen Melekler
Biz kazanmıştık. Ama nasıl kazanmıştık sormayın. Ordumuzun büyük kısmı darmaduman olmuştu. Dünyanın etrafı parçalanmış, dost ve düşman, uzaygemileri ile dolmuştu. Kılpayı üste çıkmış, kocaman işgal ordusunu yenmiştik. Düşman bundan sonra ne kadar uğgraşsa bu kadar kuvvet toplayamazdı, onlar hazırlanalım derken biz çoktan kendi ordumuzu tekrardan toparlar onların gırtlağına çömelirdik.
En azından bizlere söylenen buydu. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri ağlamaklı bir halde televizyon kameraları karşısında durumu herkese anlatmıştı. Dünyadaki halklar sığınaklarından çıkıp özgürlüklerini kutluyorlardı ve herkesin gözü göklerdeki görkemli havai fişek gösterisindeydi.
Havai fişekler... Yoğun, çok yoğun bir meteor yağmuru gibi.
Gösteri bizlerdik. Arkadaşlarım, yoldaşlarım ve şerefsiz düşmanlarım.
Devrelerim ve motorum iptaldi. Kendi gücüm ile yörüngemi değiştirmem mümkün değildi. Eninde sonunda havanın sürtünmesi benim hızımı düşürecek ve atmosferin içine doğru düşecektim. Kurtarma servislerinin elleri dolu, kurtarabildiklerini kurtarıyorlarken sıranın benim gibi cyborg-gemilere gelme ihtimali çok düşüktü. Pilleri hala sağlam telsizimle aileme ve çocuklarıma kısa bir mesaj gönderdim. Küçük ekranda yeryüzünde sağ kalanların kutlamalarını izleyerek bir fişek gibi gökte parlayarak kutlamalara katılma sırasının bana gelmesini beklemeye başladım. Umarım yaptıklarımıza değdi gelecek.
the second farthest and lonely planet
Flying at speed of sound high over
Cold methane clouds of Uranus
A flashback - an old memory
Fart joke ruins a scifaiku
Cold methane clouds of Uranus
No, not your anus, oh no
Stop farting, please
20081020
Cruiseship heading to Enceladus
Shimmer and spark like glitter
In the wake of our ship
Zamazingo
Son limandan hemen ayrıldıktan sonra geçırdıkleri kaza yüzünden oda arkadaşi Ahmet şu anda geminin morgunda bir buz kalıbı olarak birinci sinif ceset bileti ile yolculuğun geri kalanını sürdürüyordü. İşin kötüsü aynı kazada geminin mürettabatının neredeyse hepsini kaybetmişlerdi ve geriye sadece üç kişi kalmıştı. Tekrar Alfa Centauri'ye geri dönmek yerine kaptan Ayşe yolculuğa devam etmeye karar vermişti - çok zor bir karar da değildi acıkçası, geri dönmenin maliyeti devam etmeye göre çok daha fazla olduğundan Şirket sahiplerinin hışmına ugrayıp kaptanlığı kaybetmektense bir kahraman olarak Aydaki üslerine varma düşüncesi çok daha çekiciydi.
Hikmet Usta geminin tek tayfası kalmıştı geriye, bir de teknik mühendis Muzaffer, en son da kaptan Ayşe. Muzaffer ile Hikmet beraber zaten hasarlı gemiyi ayakta tutmak için korkunç bir çabayla calışıyorlardı. İlk birkaç gün tümüyle uykusuz halde neredeyse yıkılmakta olan sistemlerle mücadele ile geçmişti. Hem Muzaffer, hem Hikmet son derece yorgundular. Günlerdir ilk defa sekiz saat uyumuş ama hala uykusunu alamamiş Hikmet, Muzaffer’i azat etmek için makina odasına yollandı.
Muzaffer günlerdir ilk uykusuna gideceğinin düşüncesi ile dakikaları sayıyordu. Hala yüzünden uyku akan, yorgunluktan gözleri mosmor Hikmet makina odasına girince bir selam verdi bezgince.
"Hikmet, çok şükür geldin sonunda yahu, yıkılmak üzereyim"
"Muzaffer Bey, uyku yetmedi ya, yine de bir 8 saat siz uyuyun, sonra bi daha değişiriz."
"Bana uyar usta. Bu arada, yahu, kafa çalışmıyor, zamazingo" Muzaffer eliyle makina odasındaki kontrollere dogru salladi. "eeee, alette, meret yani, eee, diyorum ya, bi takim garip rakamlar var, bi baksana yahu."
"Tamam dert etme, ben bakarım, sen git yat."
Muzaffer kapıdan dişarı sallana sallana çıktıktan sonra Hikmet etrafına bir baktı. Hala uykunun etkisindeydi ve Muzaffer'in ne dediğine çok dikkat etmemişti. Bir şeyler yanliş gözüküyor olsa gerekti. Eninde sonunda bulurdu zaten. Bir bardak çay koyduktan sonra kendine, göstergeleri kontrole başlayarak geminin geçen her saniye daha da bozulan sistemlerine bakıcılığa basladı.
Sekiz saat göz açıp kaparcasına geçti. Hava temizleme sistemi bozulmuştu ve tamir edildi. Reaksiyon roketlerinin birisi durup dururken çok hafif bir şekilde basinç düşüklüğü gösteriyordu, olabildiğince borular yamandı, vidalar ve contalar yenilendi, sübaplar kontrol edildi. Muzaffer elinde bir bardak kahve ile kapıdan içeri girdiğinde Hikmet'in hali haraptı yine. Muzaffer ise biraz daha iyi gözüküyorsa da uykunun yeterli olmadiği belliydi.
"Muzaffer Bey, aha is listesi burada, ancak" Hikmet alnını ovaladi iki eliyle yorgunluktan "yahu şu zımbırtı hala sorun çıkartıyor. Akıl kalmadi yahu, cihaz yanlış ölçüyor yani, n'apsam yapayım bulamadım nerden."
"Tamam, ben bakarım, sen bir şeyler atıştır, git yat."
Hikmet duvardan destek ala ala yavaşça kantine yürüdü. Geminin bu kadar boş olması çok ilginçti. Kantinde bir tabağa soğuk bir kuru fasülye pilav doldurup mikrodalgaya attı ancak sigortaların attığını bir dakika boşu boşuna bekledikten sonra farketti. Kantinin ihtiyaclari o kadar aşagıdaydı ki yapılacaklar listesinde, bu olayın farkına bile varmamışlardı.
Pilavını soğuk fasülyelerle çatallarken koridordan bir pingleme duydu. Bir elinde tabak, bir elinde çatal, sesi takip etti ve kendini geminin köprüsünde buldu.
"Kaptan?"
"Hikmet, gel gel, yanlızlıktan canım sıkılmaya baslamıştı zaten."
Kaptan Ayşe bomboş köprüde tek başına koltugunda oturuyordu. Köprünün geri kalanı bomba patlamiş gibiydi ki işin gerçeği bundan çok uzak değildi. Gemiye çarpan meteorlardan birisi köprünün zırhını delip koca bir delik açmis, o an köprüdeki herkes birkaç saniye içerisinde basınç düşüşünden ölmüştü. Geminin radarlarindan birisinin arıza yapması ve genç ve tecrübesiz radar teknisyeninin diğer radara geçişindeki gecikme arasında nasıl bir şanstır ki olmuşşa olmuş, gemiye çarpan bir yiğin çakıl taşı Ayse'nin ve Hikmet'in neredeyse bütün gemi yoldaşlarının sonu olmuştu. Kaptan, o an kabininde uyuduğu için radar teknisyeninin hatasını düzeltemediğinden suçu kendisinde buluyordu. Hikmet bunun farkındaydi ancak sempati duymak için çok yorgundu.
"Ne dinliyorsunuz Ayşe hanım?"
"Ya, cihazların çoğu hala çalışmıyor, Muzaffer sen uyurken gelip birkaç kritik cihazı tamir etmeyi başardı, ben de o arada kendi kontrollerime bakıyordum ki müzik sistemi hala çalışıyormuş ancak kayıtların büyük kısmı kaybolmuş. Ben de kalanlardan sevdiklerimden birisini dinliyordum, Pink Floyd'un albumleri sağlam. Bu çalan Yankılar şarkısı. Sen türküleri tercih ederdin, değil mi?"
"Öyledir Ayşe hanım, bizimkiler beni daha bir geleneklere uygun yetiştirdiler, türküleri daha çok severim bu klasik muziklere göre."
Ayşe hafifçe gülümsedi. "Güzeldir bunlar yaaa, biraz melankolik ama olsun. Neyse, nasıl gidiyor?"
"Nöbeti Muzaffer Bey'e devrettim, şunu bitirip biraz uyuyacagım yine."
"İyi iyi, bir çeyler yapabilirsem haber verin, eğitimim farklı ama gördük biraz mühendislik sonuçta."
"Ayşe hanım, yardım edebilseniz kesin söyleriz, dert etmeyin."
Hikmet elindeki çatal ile selam verip kabinine yollandı. Bu kez Ahmet'in yokluğunu hatırlayarak kabin kapısını gönlünce çarptı kapattı.
Sekiz saat sonra Hikmet çok daha iyi hissediyordu. Makina odasından içeri bir türkü mırıldanarak girdiğinde Muzaffer'i elektron kaynaklarının birisinin altında buldu.
"Muzaffer Bey, gidin biraz dinlenin, sıra sizde."
"Hikmet, sıçtık ulan, sen uyurken sorunlar arttı da artti, meret hala çalışmıyor, ben bununla boğuşurken sen de zıkkımın köküne bir baksana yahu, uykuyu siktiret şimdi şunu halledeyim önce".
Hikmet, Muzaffer'in neden bahsettiğini anlamamıstı ama tekrar sorarak muhendisin yıpranmiş, ince iplik olmuş sabrını test etmeye kalkışmamanın daha iyi olacağını düsünerek reaktör kontrollerine göz atmaya gitti. Reaktörde çok miktarda argon var gibi gözüküyordu, Hikmet herşeyi unutarak basıncı düsürmeye ve radyoaktif argonu hazneden atmaya çalışmaya başladı. Çılgınca bir tempo tekrar başladı.
Sayısız gecen saatler sonra, Kaptan Ayşe koridordan aşagı koşarak makina odasından kafasını soktu "Ey ahali, zıplamadan çıkma zamanı geldi, hazır mıyız?"
Karşısında iki teknsiyen, yüzlerinden yorgunluk ve uyku akar bir şekilde sayıklamaya başladılar:
"Zamazingoda bi sorun var ama şansımızı deneyelim."
"Zıkkıma ben baktım yahu, bişi olmaaaz."
"Meretin seviyeleri şimdi daha iyi."
Ve uzun bir liste saymaya başladılar...
Zamanın ilerlediğinin farkında olan Ayşe, "Yeter, tamam, çıkıyoruz" diyerek köprüye geri koştu. İki teknisyen çılgın bir şekilde makina odasındaki cihazlara tekrar saldırdılar, birkaç saat daha dayanabilirlerse Ay yörüngesine yerleşip postu kurtarabileceklerdi.
Ayşe konsolundaki akan rakamlara baktı, bir yandan gözü gittikçe ilerleyen kronometredeydi. Bilgisayar sistemleri çoktan iptal oldugundan operasyon sırasında çok daha fazla kontrol edilmesi gereken şey var olsa da zaman kalmamıstı artık.
Kronometre sıfırı vurduğunda Ayşe elininin altındaki dügmeye bastı. Gemi iki boyut arasında sarsılarak hareket etti ve kendisini enerji seviyesinin daha uygun oldugu evrene yerleştirdi.
Ayşe'nin agzı kocaman açık kalmıştı. Karşısında Ay'ın gri yüzünü göreceğine kocaman parlak bir yıldız bütün haşmetiyle köprüyü aydınlatıyordu. İki teknisyenin mücaleleri arasında bir şeyin unutulduğu belliydi: Geminin saatleri normalden yavas çalışıyor olsa gerekti. Gemi dünya yörüngesinde olacağına Merkür'ün yörüngesinin bile içindeydi. Birkaç saniyelik fark birkaç işik dakikası mesafeye denk gelmişti.
Ayşe koltuğuna yığıldı. Bir eli gözlerini kapatırken diğer eli konsolda kendilerini kurtaracak bir düğme arıyorken kazara muzık sistemini acti.
Pink Floyd'un meshur şarkılarından birisi köprüyü doldurdu. "Kontrolleri güneşin kalbine ayarlayın!" Ayşe'nin kontrollerle mücadelesi sırasında sözlerin ne kadar yerinde olduğunu düşünecek zamanı hiç olmadı.
Ekonomik Kriz
- Sayın Başkanım, sırada eğlence alanı ZZ9 Plural Z Alfa var. Verilen bütçe içerisinde ancak ekonomik durum göz önüne alındıgında fazladan bir yük olmakta.
- Keselim o zaman.
- Sayın Başkan, Turizm bakanı olarak buna karşıyım. Özellikle gençler arasında son derece popüler bir resort söz konusu bölge. Safari tarzı olaylar çevre bölgelere son derece iyi gelir getirmekte.
- Öte yandan bir yerlerden kesinti yapmak zorundayız.
- Ekonomi bakanlığı kesintiden yana.
- Ulaştırma bakanlığı bölgeye yatırım yapmaya taraftar değil.
- Çevre bakanlığı olarak karasız kalmış durumdayız. Safarilere katılanlar hayli bir miktar kuralları çiğneyerek yersel ekosisteme zarar vermekte. Arada bir izinsiz avlar söz konusu oluyor. Eger alan kapatılırsa belki doğal ekosisteme dönüş görebiliriz. Öte yandan kaçakçılar ve benzeri karakterler bölgeyi iyice kontrolleri altına alabilirler endişesindeyiz.
- Beyler, bu ekonomik şartlar altında bu bölgeye harcadıgımız enerjinin masrafını karşılayacak bir gücümüz yok. Ben bölgenin tümüyle kapatılması taraftarıyım. Herşeyi kapatıp elimizdeki kaynakları daha iyi bir şekilde değerlendirmeliyiz. Çok zamanımız yok. Bu konudaki tartişma kapanmıştır. Oylamaya geçiyoruz. ZZ9 Plural Z Alfa bölgesinin kapatılması için oylama başlamıştır.
- Kapatılsın.
- Açık kalsın.
- Kapatılsın.
- Kapatılsın.
- Protesto ediyoruz ancak bu şartlarda kapatılması taraftarıyız.
- Kapatılsın.
- Kapatılsın.
- Tamamdır. Çoğunluk kararıyla kapatılmasına karar verildi. Lütfen eyleme geçirilsin. Bir sonraki maddeye geçiyoruz....
Sekiz dakika sonra Güneş yavaşca parlaklığını kaybetti ve gökte siyah bir küreye dönüştü. Dünya Gezegenindeki milyarlarca insan aniden kararan havaya bakarak merak içinde kaldılar....
Dipnot: Türkçe Q Klavyeyi icat edenin agzına sıçayım yahu!
20081009
Flight 199A to Aldebaran
Time to get on board and fly to the stars -
Lie down in the pod, sweet dreams sweetie.
20081003
Bağdat
Bağdat - 29 Eylül 2008 - Sünni bir mahallenin pazar meydanı...
Saat sabah on otuz. Pazar meydanı yeni açılmış. Marullar taptaze, parlak bir yeşil. Domatesler olağanüstü güzel kırmızılıkta, limonlar ıslak ve sapsarı. Güzel bir sonbahar sabahı. Erkenden tazeleri kapmaya kararlı ev hanımları arkalarında sürükledikleri pazar arabalarıyla daha ucuzca tezgâhlari aramakla mesgul. Henüz daha erken oldugundan ve önlerinde daha uzun bir gün olduğundan, satıcıların o kadar da sesleri çıkmıyor, ancak komşu tezgâhların birisine başörtülü bir teyze yaklaşınca "abla bunlar daha hoş, taze, gel gel, domateslere bak, kıpkırmızı" diye bağırmaktan kendilerini alamıyorlar. Pazar meydanının etrafında ve içinde ellerinde AK-47leriyle dolasan genç askerlerin canı şimdiden bezmiş, ancak gözleri sürekli sağda solda laf atacakları bir genç kız aramakta. Ancak çoğunluk ya ufak veletler veya kartlamış yaşlı kadınlar - en azından onların gözünde.
Aniden bir gürültü. Kocaman bir kamyon üzerindeki karpuzları etrafa saça saça pazar meydanına dalar tam gaz. Salatalıklar, elmalar, armutlar, kavunlar, karpuzlar ve niceleri, içleri dolu veya boş tahta kasalar - her tarafa fırlar. Daha onsekizini yeni geçmiş genç askerler ürküp kaçmaya başlarken, 38 yaşında, Saddam'ın yıllarını hevesle anan çavuş Hüsamettin elindeki keleşi kamyona doğrultacak gücü ve sakinliği bulur ve tüfek takırdamaya başlar. Mermilerin büyük kısmı kamyonu ıskalar ancak birkaç tanesi kamyonun camına isabet eder.
Kamyonun camı aniden beyaz bir ağ parçası gibi çatlar, yavaş yavaş parçalara ayrılır mermiler arka arkaya vurdukça. Kamyonun direksiyonundaki Sıddık'ın ağzinda bir sözcük belirir; "Eşhedü en la..."
Ve aniden kamyon kırmızı bir alev bulutu içerisinde havaya uçar. Taşıdığı kasaların altındaki bomba tutuşur, etrafındaki çivi ve bilye parçalarını acımasızca etrafa salar. Kamyonun taşıdığı kasalar bin parçaya ayrılır ve çevredekilerin vücutlarını parçalar.
Patlamanının şok dalgası pazar meydanının bir ucundan diğer ucuna butun şemsiyeleri yırtar atar. Korkunç gürültüden kimse bir şey duyamaz olur. Uzaktan insanlar meydana doğru koşmaya başlar. Kardeşleri, bacıları, anaları, babaları meydanın içerisindeki korkunç ateş bulutu içerisindedir ne de olsa.
Ancak aradan birkaç dakika geçtikten sonra çığlıklar, ağlayan insanlar duyulur olur.
Tahmini ölü sayısı otuz. Yaralı sayısı bilinmiyor. Ölülerin de hepsi bulunabilmis degil. Yakınlarınca yığın içerisinden çıkartılıp, bir taksinin arkasına atıldıktan sonra hastaneye giderken hayatını kaybedenlerin sayısı her zamanki gibi muallakta.
İşgal altındaki Bağdat'ta normal bir sabah böyle başlar.
Bağdat Merkez Hastahanesi Morgu 14:30...
Son üç saattir ceset üstüne ceset geliyordu. Sabahki bombalamanın etkileri hâlâ devam ediyor, çeşitli mahallelerde birbirlerini kurşunlayan Şiilerin ve Sünnilerin cesetleri de yığıldıkça yığılıyordu. Vurulanların büyük kısmını sokakta öldürüldükleri yerde kalırken, bazı cesur insanlar daha sonra kendilerine olacakları düşünmeden yakınlarının bedenlerini alıp, daha sonra cenaze namazını kılıp gömebilmek için, morga taşıyorlardı. Savaş başladığından beri yüzbinlerce Iraklı bir şekilde ölmüş, cesetlerin büyük kısmı Bağdat morgundan geçmişti.
Doktor Hikmet, önüne son gelen cesede baktı: "Ulan eşşolueşşek, bu herif bizim degil, yabancı lan bu, ne buraya getirdiniz bu adamı, alın geri götürün. Yok yok, birinci şubedeki Amerikalılara verin, bokun soyu herifler kendi cesetlerine kendileri baksınlar!" Ellerini tuttuğu kanlı bezle silip, bir sonraki cesedin üstünü bir kimlik bulabilmek için aramaya basladi.
Bağdat Hava Alanı Amerikan Üssü Morgu, 18:30...
Er Jon Jones ambulanstaki torbalı cesetlere baktı. Son zamanlarda normal bir günde sadece iki-üç kişi ölüyordu, ancak bu gün hayli hareketli bir gündü. Güya Ramazan'ı kutluyordu müslümanlar ama Jon'a göre hepisinin yolu cehennemdi. Göğsünün üzerindeki haç kolyesine elini koyayarak "Dinsiz köpekler" diye mırıldandı ve cesetleri birer birer arabalara koyarak morga taşımaya başladı. Cesetlerden birisinde künye yoktu.
"Teğmenim, burda kimliksiz bi tane var, n'apıyım?"
Masasında, önünde bir elektrikli fan ile oturan Teğmen Clive, bütün bıkkınlığıyla "Ayır bi kenara, diğerleriyle işi bitince doktorlar ona bakarlar artık. Bu gün yoğun bir gün olacak" diye cevap verdi.
Jon ceset torbasına kimliksiz olduğunu belirten "John Doe" etiketini bağlayarak morgun en kenar köşesine cesedi attı ve arkasına bakmadan kalan cesetleri ambulanstan indirmeye devam etmek için yollandı.
Bağdat Merkez Hastahanesi 1 Ekim Morgu 02:45...
Doktor Yüzbaşı Stephen Suskin'e cesetlerden illallah gelmişti. Bombalamadan beri şehirde şiddet patlamış, dini bayram bilmeden birbirlerine girmişti Şiiler ve Sünniler. Amerikalı ve Iraklı askerler düzen sağlamak için çeşitli noktaları kontrole kalkışmış ve ağır kayıplar vermeye başlamışlardı. İki gündür ceset üstüne ceset morga gelmektekteydi. Çoğunluğu ciddi travmalar sayesinde hayatını kaybetmiş, on sekiz-yirmi yaşlarında çocuklar. Stephen'in burada yeni olduğundan morg bekçiliği görevi ona düşmüştü. Irak'a birden fazla defa tayin olan doktorlara morg çok karamsar geldiğinden, yeni gelenlere yaşamın gerçeklerini tanitmak icin onları morga atamak, savasin uzun surecegi belli oldugundan beri bir gelenek olmustu.
Haliyle Stephen'ın bıkkınlığı ve depresyonu anlaşılır bir durumdu. Neredeyse 15 saat önce başlayan nöbeti ile 19. cesedi karşısındaydı. Artık alışkanlığa vurmuş hareketlerle yeni cesedi torbasindan çıkartıp tezgahın önüne koydu ve otopsi kayıtlarının tutulduğu teybin kayıt düğmesine bastı.
"1 Ekim 2008, 02:55. Kimligi belirsiz John Doe. Notlara gore 29 Eylül Bağdat bombalamasında hayatını kaybetmiş. Ceset beyaz. Sarı saçlar, mavi gözler, açık renk ten. Vücut ağır travma geçirmiş. Sol kolu omzundan kopmus. Tahmini ölüm sebebi kan kaybı ve şok. Vücudun geri kalanında çeşitli şarapnel izleri var. Göğüs kafesinin sol tarafına üç ayrı şarapnel girmiş. Bacaklarında çeşitli morarmalar ve ezikler mevcut, muhtemelen sert bir objeye çarpmış. Sağ dizin hemen altında tam bir kırık var."
"Şimdi otopsiye başlıyorum. Göğüs kafesini açıyorum."
Stephen eline testere alıp göğüs kafesini T şeklinde kesti ve elleriyle göğüs kafesini açtı.
"Şarapnel parçalarının üçü de akciğerini sol taraftan delmis durumda. Kalp civarında kanama söz konusu. Şimdi sağ akciğeri inceliyorum".
Stephen birden bire durup sağdaki organı eliyle yokladı.
"Bir gariplik var, akciğerin olması gereken yerde kırmızı bir organ var. Bronşlar sağ tarafa gitmiyor. Bu organın altında küçük yuvarlak baloncuklardan oluşan başka bir organ var".
Cesedi sağ kolundan tutarak yan çevirdi ve sırtına dikkatlice baktı.
"Sırtında bir takım çizgiler söz konusu. Elimle yoklayınca solungaç gibi duruyor ama mümkün değil böyle bir şeyin olması. Bir genetik anomali olsa gerek. Bombalama sırasında bunların açılmış olma ihtimali çok düşük."
Eline, otopsileri kanıtlamak için kullanılan dijital kamerayı alarak yarıkların bir kaç fotoğrafını çekti.
"Otopsiye devam ediyorum, karın bölgesini incelemeye geçiyorum. Mide ve bağırsaklar sağlıklı gözüküyor ancak..."
Şaşkınlık.
"Ancak mide iki parçadan oluşmuş gibi. Safra kesesi ve apandisiti bulamıyorum. Apandisitin alındığına dair bir ameliyat izi vücutta gözükmüyor. Pankreası da bulamıyorum. Sanki birisi bu adamın iç organlarını ordan oraya oynatmış. Pankreasa benzer bir organ buldum ama karaciğerin altına saklanmış. Böbreklerin boyutları hayli küçük, birkaç santim uzunluğundalar."
Er Jon gece nöbetlerinden nefret ediyordu. Cesetlerle uğraşmak zor olsa da geceleri morgda bulunmak daha da zoruna gidiyordu. Mümkün olduğunca zamanını küçük bir odada etrafındaki ölülerin ruhları için dua ederek geçirsede, en azından arada bir doktorlara gözükmenin uzun vadede yaşamı icin daha yararlı olduğunun farkında olduğundan incilini kapatarak diz çöktüğü yerden kalktı ve morgda dolaşmaya başladı. Otopsi odasındaki ısığın hâlâ açık olması doktorlardan birinin hâlâ calıştığını gösteriyordu.
Aylardır morgda çalışmasına rağmen halen ölülerden rahatsız olduğu halde otopsi izlemek ilginç bir haz veriyordu. Bir cesedin ruhsuz bir et parçası oldugunun en güzel kanıtıydı otopsiler. Hiç bir saf ruh bu haldeki bir cesette durmaz, direk cennetin kapılarına giderdi. Saf olmayanlar ve çevrede kalmayı tercih eden ruhlar için ise otopsi güzel bir cezaydı. Sessizce otopsi odasının kapısını açarak içeri girdi.
Stephen olduğu yerde korkudan zıpladı ve gözleri faltaşı gibi açık Jon'a baktı. Otopsi yaptığı ceset önünde her tarafı açılmış duruyordu. Jon yüzbaşıyı bu kadar korkutacağını hiç düşünmemişti.
"Yüzbaşım? Bir şeye ihtiyacınız var mı?"
Stephen başını sallayarak Jon'a "Gel gel," yaptı ve anlatmaya başladı:
"Bu adamın vücudu saçmasapan bir şey. Gözleri mavi ama dikkatlice bakarsan altında bir göz kapağı daha var. Beyni korkunç bir şekilde karışık, girintiler çıkıntılar, ayrıca kalan her şey çok düzenli, damarlar çok güzel bir şekilde düzenlenmiş gibi. Gözlerinden birisini kesip mikroskop altında göz ağına baktım, bulamadım. Normal insanlarda göz damarları on taraftadır, bu adamda ise arka tarafta. Ayrıca çok daha fazla duyargası var. Vücudunun kalanı da..."
Stephen bulduklarını bir bir Jon'a anlatmaya başladı.
Jon yüzbaşının dediklerini dinledikçe korkusu gittikçe arttı. Karşısındaki bir insan değildi. Bir canavar, yok hayir, bir şeytan! Bir iblis!
"Yüzbaşım, ne yapacaksınız bu cesedi?"
"Kime soylesek inanmazlar, genetik arıza derler, bozukluk derler. İnanılmaz bir şey."
"Yüzbaşım, siz gidin biraz dinlenin. Çok yorgun olduğunuz belli. Siz biraz içerdeki odaya geçip uyuyun, ben burayı toplar temizlerim."
Şok geçirmekte olan Stephen hiç itiraz edemedi. Yavaş yavaş nöbetçi doktor odasına yürüyerek kendisini yatağa atar atmaz derin bir uykuya daldı.
Jon operasyon masasına dogru yürürken içinden geçirdi: "İblisin evladı."
Birkaç saat sonra bir avuç dolar el değiştirdi ve büyükçe bir torba bir taksinin arkasına atıldı.
Sabahın ilk ışıkları doğarken dokuz yüz ikinci yüzyıldan gelen yolcunun zavallı cesedi Fırat'ın kirli sularına bacağına sarılmış zincirin ağırlığıyla gömüldü. Babil'i incelemek isteyen bir araştırmacı birkac bin yıllık bir hata yüzünden pisi pisine böyle gitti.
20080930
Circus
A clown with a painted face was running towards me but fell down almost immediately because his shoelaces were tied to each other.
In the background a weird animal was putting its massive trunk into the back of an other and a weird spider-like creature was dancing on top of them. And so on...
I muttered to myself. "What a circus".
Later, we nuked the planet from orbit, just to make sure.
20080920
it's not paranioa
Wires all around - listening
Imminent brainfuck
Daha cok isik koftehor!
Ustasina flash tutarken
Atom bombasi sasirtti ikisini de
Experiment gone wrong
Blocking my escape path - crying
Oh daddy! Daddy!
Define
Gunesin parlak isiklari her tarafin renklerini soldurmustu, sari-beyaz bir manzara uzerine mavi-beyaz bir gokyuzu.
Yillarin ruzgarinin, gunduzun sicaginin ve gecenin sogunun yiprattigi koca heykel, detaylari silinmis olsa da butun hasmetiyle milyonlarca daha gun donumunu gorebilecekti. Yolcu aniden ucsuz bucaksiz zamanin kucuk bir diliminde kendisini onemsiz hissetti. Bedeni toz toprak olduktan cok daha sonra bu heykel baska yolculara golgesini sunacakti.
"Oglenin bu vaktinde depresyon hic de hos bir sey degil" diye mirildandi.
Hem heykel hem duvar bundan onbinlerce yil once bir limanin girisini koruyordu. Muhtemelen Rodos heykeli gibi cok uzaktan gozukerek kendisini denizlerde kaybetmis saskin denizcilere yol yordam saglayarak umit kaynagi oluyordu. Isin garip yani heykelin buyuklugu idi, bir tepeden daha yuksek, sanki bir dag gibiydi.
Yolcu sirt cantasini yere indirdi ve icerisini karistirmaya basladi. Birkac dakika sonra elleri ve ayaklari icin birer cift krampon buldu. Eldivenleri giyip parmaklarini hareket ettirdi. Kramponlarin sivri uclari zihninin emirlerine birebir uydu. Ayaklarindakiler de benzeri sekilde vucudunun bir devami gibi calisti. "Seks endustrisi nelere kadir" diye icinden gecirerek dikkatlice once duvara, sonra heykele tirmanmaya basladi.
Yarim saat sonra bir maymun gibi trmandigi heykelin en ustundeydi. Sicak gunes altinda gogsu kurek gibi inip kalkiyordu. Cebinden cikarttigi metal tarama cihazina goz atti. Agirca bir tas parcasinin altinda iki platinyum yapragin arasina saklanmis kucuk kagit parcasini bulup hic okumadan cebine atti. Kagidin icerigi sonra cok daha sakin ve rahat bir durumda incelenebilirdi.
Birkac dakika soluklandikta sonra bu kez dikkatlice inise basladi. Aradan bir saat gecmeden tekrar yolundaydi ve heykel hayli arkasinda kalmis, her adimda kucuklmekteydi.
Mesafenin yeterli olduguna karar verince tekrar heykele dondu. Cebinden telefonunu cikartip ana gemiyi aradi ve durum raporunu verdi. Kaptan "Yeterince uzakta misin?" diye sorunce "Galiba?" cevabini veren Yolcu, gozluklerinin ikinci seviyesini de gecirdi. Sistemin yildizini bile zor gorebilirken aniden bir parlaklik gozlerini acitacak kadar patladi. Birkac saniye sonra butun koruyucu gozlukleri cikartip ufuga baktiginda heykelin oldugu yerde kucuk bir krater gozukuyordu.
"Diger hazine avcilarina bir sey birakmak zorunda degiliz sonucta" miriltisiyla sistemin tek istasyonuna dogru yurumeye devam etti.
20080916
up for a little probing?
and wonderful taste of sweet sleep in my mouth
and the little alien in the corner with his probe, waiting
push the needle in to the vain
Now the next thing killing us
Nanos in vitro
Autumn rains
Some robots fighting in the sky
Look - It's raining down oil
20080910
Kremlin'in Kuleleri
Premiyer'in yuruyusu yanliz bir yuruyustu. Tek basina, onunde veya arkasinda usaklari ve yalakalari olmaksizin ancak her yere gizlice yerlestirilmis televizyon kameralari sayesinde butun gezegenin gozleri uzerinde iken cikilan merdiven sanki sonsuz bir iskenceydi. Premiyer'in kirmizi kaftaninin uzun etegi arkasindan dansediyordu.
Buyuk ve gorkemli kapilar onunde acildi ve Premiyer salona girdi. Karsisinda ellerinde Dunya gezegeninin sinirsiz kontrolunu temsil eden Tac ile Uzayli ve usagi duruyordu. Derin bir nefes alarak kararli bir sekilde yurumeye devam etti.
Gunes sisteminin sahibi olan olaganustu Uzayli'nin hemen onunde durarak dizlerine coktu. Tac basina yerlestirilirken Premiyer hafifce gulumsedi ve kaftaninin altinda tasidigi bombanin tetigine basti.
Yavas yavas Kremlin'in gorkemli kuleleri yikilmaya basladi. Daha sonralari Uzaylilarin intikami cok daha aci verici olacakti.
Sonbaharin sonu
Dostum benzeri sekilde giyinmis, olaganustu yavas bir sekilde batmakta olan gunese bakiyordu. Bir sure icin son gorecegimiz gunes batisiydi. Her sene birkac ay boyunca karanlikta, parlak yildizlarin altinda gecmis cocuklugumuzun anilarindaki guzel hava gitmis, yagmurlu, igrenc bir hava gelmisti. Bu kis ozellikle zor gececek gibiydi.
Antartika'nin ortasinda, guney kutbunda gecen guzel hayatimiz aniden korkunc bir degisiklige ugramisti. Dostum bana donerek "Bu kis iyi gecmeyecek, bu konuda bir seyler yapmamiz lazim, global soguma bizi kotu etkiliyor" dedi.
Hemfikirdim. Yerde, hemen onumde hayatimda ilk defa acik havada gordugum donmus bir su parcasi vardi.
Okul
Izmaritin kirmizi ucuna bakarken aklima daha birkac sene once tutune ne kadar karsi oldugum geldi. Yasam bu kadar ucuz ve hizliyken galiba ilerlemis yaslarda kanserden olecegini insan ciddiye alamiyor. Izmariti bir kenara firlatarak zirhimin icine tirmandim ve zirh kendisini etrafima sardi. Once nukleer jeneratorun isigina baktim (yesil), daha sonra dikkatlice, ses cikartmamaya calisarak harakete gectim.
Son catismalarda hayli bir sekilde hasar gormus binalarin yanindan.
Anfi ilk bombalanan binalarin arasindaydi. Icerisinde saklanmis insanlar yigintilarin altinda kalmisti ve aradan gecen yillara ragmen hala iskelet parcalari taslarin arasindan cikiyordu. Yavas yavas eskiyi anarak guneye dogru yururken birden bire bir parlaklik gozume girdi - arkasindan da bir sok dalgasi. Roketin sarapnelleri etrafimdan islayarak ucusurken ne kadar sansli oldugumu farkettim. Refleks halinde Rayliyi kaldirip atesledim. Toplam 4 kilo agirligindaki sarapneller iki metalin arasindaki miknatislarla olaganustu bir ivmelenmeyle zirhimdan ayrilirken beni geriye dogri firlatti. Raylinin tepmesi gibi bir sey yok bu dunyada. Dustugum yerde yuvarlanarak dizimin ustune kalktim ve kollarimdaki son iki roketi de salladim.
MM'in kalan kisminin tepesi birden bire havaya uctu. Arkasindan roketler tembel tembel binanin ortasina carptilar. Zaten hasarli olan bina yavas yavas saga dogru yikilmaya basladi. Tam yikilirken tepesinden atlayan bir zirh gordum ve raylinin tetigine bir daha asildim. Zavallicik daha havada iken yuzlerce kucuk parcaya ayrildi.
Son tepki beni anfilerin kenarina kadar geri itmisti. Hizlica saga dondum ve egimden asagi kosmaya basladim iki tarafima yikintilari alarak. Fizigin arkasina geldigimde varoldugunu tahmin ettigim - nerede oldugunu tahmin edemedigim yedeklerle karsilastim.
Ne kadar hizli olursan ol, zirh dedigimiz meret tonlar agirliginda ve sagir sultan uzak mesafeden kosara geldigini duyuyor. Karsilama grubu son derece iyi bir sekilde tuzak kurmustu bana anlasilan. Yuksek guclu lazerler ve roketler insanin yuzune cevrilmisken insan biraz afalliyor, ne yapacagini bilemiyor. Ben oylecene dururken guneyden cok hizlica gelen. gunes isigiyla degil, atmosferdeki surtunmesinden dolayi cilginca isildayan cisimler dikkatimi cekti ve kendimi yere attim. Karsimdakilerin de eli bos durmadi ve bir yigin roket bana dogru yavas yavas harekete gecti.
Insan panik icerisindeyken cevresindeki zaman nasil da yavasliyor. Roketlerin bana dogru gelislerini, zirhima ve etrafima carpislarini son derece net hatirliyorum. Ne kadar refleksvari bir sekilde yuzumu korumus olsam da 360 derece cevremi gosteren monitorlerden insan kendisini koruyamiyor. Panik, faltasi sekilde acilmis gozler ve sok. Birkac saniye sonra dogumda ikinci bir gunes dogdu. Hemen arkasindan arkamda bir ucuncusu.
Kendime geldigimde Sahitlerden kimse kalmamisti. Muhtemelen Hocalarina danismak icin geri cekilmislerdi. Zirhim ise son gorevini yapmis, beni sadece hafif yaralar icerisinde birakmisti ancak bir yere gidebilecek bir gucu kalmamisti.
Sikayet eden kaslarimi zorlayarak zirhi ustumden attim ve yaralarimi hafifce sardim. Elime makinaliyi alip, kafama da yerde buldugum bir kaski gecirerek tepeden asagi yurumeye devam ettim ve agaclarin icerisine girdim.
10 dakika sonra Makinayi solumda birakmis bir durumda agaclarin arasindan ciktim ve eski gozlemevini sagimda gordum. Son derece dikkatli bir sekilde yaklasarak etrafindan dolastim. Birkac sene once sorunlar ilk basladiginda bir gerizekali kubbeye bir ucaksavar makinali koymaya karar verdiginden geriye yanmis ve yikilmis bir tugla yiginindan pek baska bir sey kalmamisti.Ucaksavari koyarken asagi devirip attiklari teleskop hala dustugu yerde duruyordu. Sirtimi teleskobun tubune verip yere oturup bir sigara daha cikarttim ama elimi kibrit icin cebime attigimda ne kadar sanssiz oldugum ortaya cikti.
Yuzume sari bir kar yagmaya basladi. Yok, kar degil. Kul. "Genelkurmay ve Etimesgut?" diye mirildandim kendime. Sahitler bu kez cok ileri gitmislerdi ve bunun sonu ancak ciddi kotu bitebilirdi.
Batan gunesin isinlari karsimda yavas yavas dagilmakta olan mantari aydinlatirken kaskimi ve makinalimi yere koyup okulumun meshur Devrimcilerini beklemeye basladim - pek bir umit sahibi olmadan.
Bir sigara daha olsaydi hic de fena olmazdi.
Hepimiz Oleceeez!
Arkamdaki guruh birden heyecanla birbirlerine sarilip alkisa basladilar. Kulaklikta calan muzigin (DragonForce!) sesini biraz dusurdum, anlasilan ilk carpismalar basarili bir sekilde sonuclanmisti. Birisi biralari buzdolabindan cikartti ve ben de elimi uzatarak bir soguk sise kaptim. Sisenin uzerinde bugulanan su damlalarini izlerken ekrandaki bir sey gozume carpti.
Daha onceden yerini ve seklini bildigimiz bir asteroidin fotografi ekranima gelmisti. Asteroid 2000 WG11, nami-diger (165347) Philplait. Kucuk bir tas yigini. Ekrandaki kirmizi rakamlar dikkatimi cekti - bu kucuk asteroid olmasi gereken yerden birbucuk milyon kilometre sapmis durumdaydi.
Boyle bir seyin tek ihtimali cok buyuk bir kutlenin bu asteroidi yerinden cekip baska bir yorungeye oturtmus olmasi ki bu asteroidin yakinlarinda boyle bir gezegenin (veya yildizin) olmadigini butun amator astrononmlar bilirler.
Kucuk bir hesaplama - bir karadelik. Yeni bir karadelik. Cok buyuk olmayan ama yeterince buyuk bir karadelik.
Siseyi acip agzima dayadim ama gulumsememi engelleyemedim. Butun catlaklar LHC'nin yaratacagi mikro-kara deliklerden endise ederken ben burada esas katili bulmustum - veya katil adayini.
Boyle bir agirligin gunes sisteminin icinden gecmesi butun gezegenleri yorungelerinden alip baska yerlere koymasi demek. Ben sizin yerinizde olsam simdiden evime komur depolamaya baslarim. Bir de konserveler. Bir de kasa kasa bira.
Esasinda hepsi bos.
Hepimiz olecez.
20080827
20080801
A natural disaster - how a spacehab was lost
little star moving in the sky
faster and faster
20080731
And a luggage with legs follows him
Through the crowd, parting it - Hey!
He's running away!
Weird dreams
Secretly controlling our sleeps -
A smelly conspiracy
Watching Charlie Jade
Not lost, not yet, in time and space
but wrong universe.
20080720
Bir hava alani macerasi
Kendime bir duble espresso alip bulabildigim bir bos masaya yerlestim ve laptopumu actim.
Hizlica etrafta bir WiFi noktasi olup olmadigina baktim - pek sansim yoktu bu gun. Parayla korkunc ucretlerle servis veren haydutlardan bolca vardi ama...
Kismet'i calistirip bir ne var ne yok tarayalim dedim ve arastirmaya basladim. Cok surmeden bir takim kendini duyurmayan servisler yakalamaya basladim.
Hizlica SSID'leri kesfedip bir bir durtuklemeye basladim bunlari. Cogunlugu yerel ve pek iyi korunmamis sirket aglariydi - ne zaman ogrenecekler bu insanlar yerel aglari WiFi'ye yayinlamak boru degil, sonucta ozellikle hava alani gibi bir yerde insanlarin kisisel bilgileri son derece kolayca calinabilir!
Artik internet baglantisi degil de daha cok meraktan saga sola bakinmaya basladim, EasyJet, BMI, Ryan Air, birkac adi bilinmez yerel havayolu sirketi derken aniden bir baglanti ilgimi cekti: "Galaktik Yolculuk".
Birilerinin espri anlayisi benimkiyle ayni diye dusunerekten bu aga kendimi dikkatlice bagladim. Muhtemelen herhangi bir sistem yoneticisi beni rahatca yakalayip zaten kucuk olan hava alaninda hizlica bulabilirdi ama laptopumun guvenliginin makul derecede saglam oldugunu dusundugumden pek dert etmedim - tabii ki hava alani guvenligi elemanlarinin beni dove dove disari atmasi hos olmazdi ama boyle bir olayin olasiligi hayli dusuk diyerekten... Insanoglu arada bir riske atmali kendini. Hos - bende bu habirebir olan bir sey ama, zannedersem daha cok kendi hayatima pek onem vermedigimden kaynaklanan bir sey bu.
Hizli bir ag taramasi bana birkac tane web sunucusunun oldugunu gosterdi, ben de hadi artik, bundan sonra ne olacak diye Firefox'umu acip sansimi denedim: http://www.galaktikyolculuk.com
Ve karsimda aniden ilginc bir web sayfasi vardi. Anlamadigim bir dilde, anlamadigim garip bir karakterler ekranimi doldurdu aniden. Ekranda karsima gelen renkler kesinlikle dunyadaki web sayfasi standardlarina pek uymuyordu, pembe-mor bir arka plan ustune kirmizi-sari karakterler asagidan yukariya dogru akiyor gibiydi, sanki tepetaplak bir sayfa okuyordum. Once bir sysadmin'in sakasi zannettim bu isi; bazi insanlar aglarina izinsiz baglananlara resimleri tepetaklak etmek veya butun linkleri Goatse adamina yonlendirmek gibi sakalar yaparlar. Sistem yoneticilerinin espri anlayisinin diger insanlardan farkli olduguna kesinlikle eminim - onca sene bilgisayarlarla bu kadar hasirnesir olmak insanlari biraz degistiriyor bence, ben de onlardan biriyim sonucta ve bu tur sakalar benim de cok hosuma gider.
Ote yandan bu biraz daha farkli gibiydi.
Gercekten farkli.
Dikkatlice sayfayi inceledim. Sanki bu sayfa bir insanin gozler icin tasarlanmamis gibiydi. Acaba....
Hizlica sayfanin kodunu actim, HTML gibiydi ama karakterlerin grafiklerden olustugunu farkettim, UTF8 degildiler - UTF8 butun dunyadaki dilleri iceren bir karakter tanim tipi, artik biliyorsunuz, hikayeye devam - ve linklere hizlica baktim ve diger ekranda sirayla linkleri acmaya basladim. Bir suru baska garip renklerde garip >karakterlerle dolu sayfalar ekranimi doldurmaya basladi.
Saskinca saga sola klikleyerek gecen bir bes dakikadan sonra aniden karsimda hava alaninin bir plani vardi. Renkler tumuyle yanlisti ama yine de cevremdekileri taniyabilecegim bir plandi bu. Sanki yolculara ne nerede gosteren planlara benziyordu. Dikkatice incelemeye basladim bu plani. Hizlica bu resmi PDA'ma transfer ettim, laptopu kapattim ve haritada isaretlenmis noktalari dolasmaya basladim.
Cogunlugu tuvaletler, cafeler gibi yerlere denk geliyordu. Ancak bir garip karakter uzerinde hic bir sey olmayan bir kapiya isaret ediyordu. Cevreme hizlica bir baktim, henuz kimsenin dikkatini cekmis gibi degildim. Kapi kolunu soyle bir yokladim, sonra hizlica asildim ve... Acildi, ben de kendimi oteki tarafina attim!
Bir koridordaydim. Cok uzun degildi ama bir on metre kadar gidiyordu ve benim oldugum taraf ile karsi tarafin aydinlatmasi farkliydi, daha cok ultraviolet gibi, garip bir rengi vardi. Yavasca yurumeye basladim, kalbim gum gum gum atiyordu. Koridorun ortasinda biraz durup nefes aldim, kalp atisimi duyamayana kadar kendimi sakinlestirmeye calistim. Zihnimde heyecanin yerini merak almaya baslamisti. Kulaklarimi kabartarak yavas yavas ilerledim koridorda ve sonuna geldigimde koseyi dondum ve etrafima bakindim ama gozlerime inanamiyordum!
Karsimda baska bir hava alani bekleme salonu vardi! Renkler, isiklar, hersey cok farkliydi. Etrafimda organik kupa sekline benzer cisimler, havalarda ucusan isildaklar, kuyruklari kontrol altinda tutacak ipler... Ve isin en garibi, salonun uzak tarafinda bir takim insanlar.. Hayir, insan demek yanlis, hominidler demek daha dogru olur, ya da insansilar? Geri planda cok hafif bir Elvis sesi, Jailhouse Rock'u soyluyordu.
Artik emindim. Elvis olmedi, gercekten yurduna temelli goc etti...
Cok dikkatlice gerisin geriye koseyi geri dondum, koridorun sonuna dogru kosmaya basladim ve kapiyi hizlica acip arkamdan kapattim.
Hizli bir kontrol - hala kimse bana bakmiyordu. Yavas yavas kapidan uzaklastim, bir cafe'ye yoneldim ve kendime bir duble espresso daha siparis edip ilk buldugum koltuga yigildim. Ve laptopumu acip bu cumleleri yazdim. Simdi bloguma yukleyip tekrar kapinin onune gidecegim. Eger benden bir daha haber almazsaniz, Elvis'in son konserinde beni bulabilirsiniz.
Bana iyi sanslar dileyin!
20080620
cloud-life
Nothing but the bones left behind
Cicious sharks of the sky
20080601
20080523
Isolation
Think about a completely desolate London. The train stations are empty, the railway lines are rusting, slowly. The wind moves a panel that's a bit loose against the mesh wire across the railways. Huge hulks of engines are lying dormant, dead,completely useless.
Footsteps echo from far away, from the black tunnel leading towards the station. A lone woman cn b4 seen, ordinary, black hair, medium height but reasonably fit.
This is the time after the End Of The World, This woman has not seen or met someone for at least a decade.
The End of the Word came with a whimper. Everyone died, rotted where they fell and that was it. Maybe a handful lucky, or you can say, unlucky survived. Most of them must have felt the guild of being alive, they eventually killed themselves one way or the other and here it is, the last Human on Earth, a woman of 40 years, wandering aimlessly - or should I say, with a purpose certaion to fail.
A decade or so of humanity not mending the cities caused most of the them to fail slowly Some, already last to built, stayed perfectly safe, for example centuries old bridges were going strong. Newly built bridges, on the other hand, had started to become unsafe fairly quickly. Underground stations and tunnels were completely full of water, new buildings slowly rusting and falling apart whereas centuries old banks and warehouses surviving perfectly fine, apart from their fragile roofs an furniture...
The greenery grows wild, trees start to get into weird, wild shapes, albeit very slowly but the main problem is the bushes - again, after a millenium England becomes hard to navigate, undergrowth invading the streets and the countryside alike. Wild animal population suddenly explodes, rabbits, foxes and birds are now numerous and can't be counted easily. Fortunately there aren't many wild animals - no one cared about the animals in the numerous zoos and most of them died lonely deaths in their cages, here and there small unviable populations of exotic animals die because of illness, poisons and accidents - the only danger is the new breed of wolfpacks, mainly wild dogs going through a rapid evolution of survival.
The woman slowly walks towards the platform and climbs up it. She looks around, wearily, as if she is not sure where to go next. Slowly she tries to find a timetable on the windows but they are all rotten and gone. No maps can be found, all of them destroyed by the humidity, rats and mice. She checks out the station building and there is not much to see. She slowly moves on, down the platform, following the railway line.
At least lines are easy to follow, it's easier than making decisions. Railway lines, junctions, joins and else, just flip a coin and walk along the tracks. Food is plenty, it's easy to trap a rabbit, especially since they have no way of learning to fear humans. It's easy picking. Up and down the countryside, there are plenty of lines she hasn't followed yet.
A map would have helped her to navigate, a companion would have been a crowd.
She walks on...
Dust Storm
Finally the clouds were over me. The wind got stronger and stronger and finally the blast hit me, a sudden wave of red dust made the visibility zero. I struggled to locate the Rover and its door and pulled myself into the small but safe cabin.
The cameras were pulled in therefore from inside the Rover I could not see what was going on outside but I could guess. The visibility would be almost zero, the dust whirled around by the strong wind would carve small scratches all over my rover, the dirt and the muck would be "washed away", being replaced by a thin layer of red dust. Anything loose and light would just fly away and maybe land back thousands of kilometers away. Some of the heavy equipment would be buried under the shifting sands, I might have to dig the Rover out when this is done.
The powerful end of the storm takes about a couple of days, which is not the problem, after the storm it will take months to dust the settle down, especially if this storm goes all around the planet. Probably I will not be able to see the Sun for months now and I hope the solar panels will provide me with enough power to heat the Rover, leave alone running it. If any of my important equipment fails, especially the radio, I might die here in the deserts.
It was a complete isolation - because of the static electricity the radio communications were down. I did not want to risk the satellite dish against the strong winds and HF frequencies were completely garbled. I tried some very narrow band but all I got was warbles and random characters, even CW didn't help. The stories are full of researchers going mad in these situations but I treated it as a nice holiday and sat down and read some good books - Starship Troopers is always fun to read.
It took a couple of days for the howling winds to die down. Finally early in the morning I decided to risk one of the cameras and hesitantly pushed the button and watched the screen in front of me. The sun was about to rise in half an hours time and currently all I could see was darkness. Impatiently I spend the time by drumming on the dashboard.
Slowly a little redness appeared in the horizon. The sun must have been risen for a while now but I could not see anything - a dark blood red sky, horizon to horizon, at least as far as I could see which was not much. Most of my equipment were buried under little sand dunes nd one side of the rover appeared to be completely under the shifting sands.
As i spent the day, sitting in my cabin, watching the redness, I realized the danger of the situation, this dust storm had been very powerful and dust was kicked quite high in the sky. The storm was still raging somewhere, kicking more dust into the air and on and on and on. Probably the dust kicked had already gone all over the planet, making its atmosphere completely opaque. This would mean that the greenhouses would need electricity and the solar panels would be no help at all. All but the bigger greenhouses with nuclear plants would slowly run out of electricity and the plants would die. As the energy levels dwindle, slowly and surely all of the equipment generating the oxygen, liquid water and warmth would die and eventually freeze in the cold freezing weather. Only small groups of people would survive, if they had the power and the food resources to stand out the winter and the rescue would probably take months, probably a year.
This was bad. My batteries would last an other month if I just stayed here. If I moved, they would run out in a couple of days, maybe more if the path is good, maybe less if it was hilly with lots of craters. If I got stuck in a quicksand or dustbowl, I would die since I would not have the raw power to get the Rover out of it.
It was bleak. I sat there, thinking what to do next. The HF communication was dead but the satellite could push through the dust layer so I turned it on and tuned into the weather, channel. It was bad. The people in Orbit were beaming the pictures of the planet, in animation with the clouds of dust rolling around and a bland redness where the storm had been through.
Slowly, with determination I overrode the door locks.
Goodbye, reader, now I shall hit the emergency open button. I hope we came back to the Red Planet since everyone right now on the surface will be dead soon. It will be a new start, all over again.
This is a beautiful planet but it is ruthless. Maybe you will be luckier. Shit happens. Peace.
Goodbye.
Shipping forecasst for spacers
Orion M42, visibility poor, nebula rising
Spica, visibility good, extremely bright
Robotic Hand
Robotic hands having fun -
Looking for a wedding ring
Mass Extinction
Humanity is to blame they all say
Finally it's us and a single cow
Spring night time love
An Alien Spaceship, across gulf of space
Time for some hot probing