20081029

Yakıt bitince

Düşen kar taneleri
Kaplar yerdeki bedeni yavaşça
Uzaylının son yorganı

20081028

Yüzük

Hücresinde bir köşeye oturmuş sırasının gelmesini beklerken bir yandan parmağındaki yüzükle oynuyordu. Yüzüğün iki ayrı parçasını belli bir kombinasyon ile çevirdiği anda teleportasyon cihazı olduğu yere kitlenecek ve onu buradan alıp gemisinin güvenliğine götürecekti.

Öte yandan son yıllardır yaşadıkları birer birer aklından geçiyordu. Yoldaşları ve mücadelesini verdikleri Devrimi düşündükçe yüzüğü alıp uzaklara atası geçiyordu.

Hala bunları düsünürken kapı açıldı ve bir tegmen ile iki asker içeri girdiler. Sırası gelmişti. Birkaç dakika sonra duvara yaslanmış, göz bagcıgını reddetmiş şekilde kendisine doğrulmuş 12 tüfeğe bakıyordu. "Devrim zamanı geldiğinde duvara sırtını ilk verenlerden..."

Aradan birkaç saat sonra 16 yaşındaki genç bir er hayatının süprizi ile karşı karşıyaydı.

20081027

Kaptanın Yolculuğu

“Bir gün Dursun ile yine balığa çıkmışız...” İdris Kaptan yeni bir hikayeye başladı. Karadeniz adını verdiği küçükçe bir içdenizdeki kaptanlık yıllarını hala mutlu bir şekilde andığı ortada idi. Yine kaçırılmış büyük bir avın inanılmaz (muhtemelen de inanmamanın daha mantıklı olduğu) detaylarından sonra tekrar sessizlik kapladı köprüyü. İdris Kaptan gömleğin cebinden çıkarttığı sigara paketine bir baktı ve derin derin iç çekti. Belliydi ki kabin camından izlediğimiz görkemli yıldızlar Karadenizin karanlık gecelerini hatırlatmaktaydı.

“Kaptan, okuyucularım için buralara nasıl geldiğinizi anlatabilir misiniz? Sizin gibilerin sayısı gerçekten az, bu yüzden...”.

Kaptan bir kahkaha patlattı. Bu neşeli, konuşkan insanın neden bu işi seçtiği gerçekten kendisiyle tanışan her kişinin merak ettiği bir konuydu.

“Arkadaşım, çok uzun bir hikaye değil, anlatayım!”

“Yıl, 2014. Ben Trabzon adında küçük bir şehrin yakınlarında bir kasabada yaşıyordum. Ufakça bir balıkçı teknem vardı. Her gece güneş batmaya doğru tekneye atlar, iyice açıldıktan sonra ağları atardım. Bazı bazı yanımda bir ya da iki el olurdu ama yalnız oldugum çok olurdu.”

Paketten çıkarttığı sigaraya bakarak devam etti. “ İğrenç bir alışkanlık ya. Herneyse, ağları saldıktan sonra teknenin direğine asılı uzun dalga antenini telsize bağlar, elime mikrofonu alırdım. 2010 civarında güneşin aktivitesi gittikçe arttıgından özellikle geceleri bütün gezegen telsizimin mikrofonundan bana selam söylerdi.
Hele denizin ortasında, karadan iyice uzakta güzel açık bir gece ışıkları kapattın mı bütün gökyüzü binlerce yıldızın ışıgı altında fenerler gibi parlardı. Yıldız ışıkları denizden yansırken telsizden dostlarla sohbet büyü gibi bir ortam yaratırdı. Gerçekten en mutlu olduğum zamanlar böyle anlardı.”

“Herneyse, gene böyle bir gece ben balığa çıkmışım. Ağlar atılmış, beklerken 20 megahertzde konuşuyoruz dostlarla. Amerikadan bir adam çıkmış uzaylıların kendisini ziyaret ettiğini ve affedersin, kıçına bir şeyler sokup ölçüm aldıklarından bahsediyor. Frekanstaki diğerleriyle beraber dalgamızı geçmekteyiz bu adamla. Ben uzaylılara hiç inanmıyorum, yoktur bizim dinimizde böyle şeyler.” Bana bir göz kırptı ve devam etti, “Sonra aniden bütün frekanslarda bir ton geliyor. Ondan sonra ingilizce, rusça, fransızca almanca derken bütün dillerde tekrar eden bir yayın başlıyor. Ben haliyle ingilizce ve rusça biliyorum, başka türlü bizim oralarda balığa çıkamazsın, haliyle hemen anlıyorum ne oluyor bitiyor. Frekansta sesimi duyabilen var ise onlara anlatmaya çalışıyorum ne olup bittiğini ama sonra ögreniyorum ki adamlar bastırmışlar herşeyi, korkunç bir güçle yayın yapıyorlar.“

Sigarasını öteki cebindeki kibrit kutusundan çıkarttıgı çöple yaktı.

“Yahu meğerse bizim gezegen binlerce yıldır gizli bir örgüt tarafından uzaylılara karşı korunuyormuş! Bu adamlar bizim için uzak gezegenlerde ve yıldızlarda İnsanlık için savaşırmış, en azından Mısırlılar devrinden beri! Gizli gizli topladıkları gönüllülerle dünyanın geri kalanıyla karşılastırdığında büyünün daniskası cihazlar ve uzay gemileriyle alt etmişler çevremizdeki bütün kötü uzaylıları ve artık sonunda hazırmışlar geri kalan İnsanlığı uzaya çıkartmaya, bu gezegenleri ve yıldızları kolonize etmeye! Dahası, şu anda başlarındaki genç, Anadolu'nun bağrından çıkan birisiymiş. Anlaman lazım, biz Lazız ama Anadolu çocuğuyuz, o toprakların sevgisi ile yaşamısız onca yıldır. Nasıl gurur duydum, gereksiz bir gurur ama yine de gel kalbe anlat bunu.”

Sigarasının dumanını içine çekti ve ilk nefesinden sonra bir öksürük krizine tutuldu. Dokungaçlarımın birisiyle uzanıp sırtına birkaç defa vurdum.

“Sağolasın. Neyse, uzun lafın kısası ilk başvuranlardan birisiydim. Daha doğrusu ilk birkaç milyon içerisindeydim. Çeşitli testlerden sonra bana en uygun işi buldular, teklif ettiler, ben de atladım üstüne.”

Bir bipleme duyuldu. Önümüzdeki tarayıcıda bir gaz yoğunluğunun yaklaştıgı uyarısı vardı. İdris Kaptan bana gülümseyerek “Ağları atmanın zamanı gelmiş, yoldaş” dedi ve panellerdeki düğmelere basmaya başladı.
Kabinden dışarı baktıgımızda Galaksinin yıldızları aynı şekilde parlıyordu ancak manyetik alanlar gemiden uzağa uzanıp boşluktaki hidrojen gazını kendisine doğru çekmeye başladı. Bussard Ramjet adı verilen motoru besleyen gazlar koca uzay gemisini yıldızlar arasında ışığa yakın bir hızda hareket ettirmekteydi.

“Bazı yıldız sistemlerindeki uzaylı dostlarımıza fazla teknoloji göstermek istemiyorlar ama kültür ticaretine de devam etmek istiyorlardı. Bu sistemlere zıplayan gemiler yerine bunun gibi yavaş gemilerle ulaşılıyor haliyle. Sen benim gemime zıpladın geldin, öyle geri döneceksin ama benim hala sekiz ışık yılı yolum var. Işık hızı sagolsun, o kadar uzun tutmuyor benim için ama zaman geçiyor benim etrafımda.”

Dayanamadım. “Zaten bu yüzden sizin gibi kaptanların sayısı çok az. Herşeyi bırakıp bu şekilde yolculuk yapmaya hazır kişi sayısı çok az. Belli bir zihin yapısı gerektiriyor olsa gerek?”

Idris Kaptan tekrar kahkaha attı. “Bilemem, belki. Bizim eş kocakarı olalı yüzyıllar oldu. Belki onun dırdırından kaçıyordum, belki de bilmeden aradığım başka bir şey vardı. Çok şükür, teknoloji sagolsun, kaptanlık çok farklı değil bu gemiler için. Yine yolunu buluyorsun, yine limanları hedefleyip açıklarda yolculuk ederken sakin geceleri benzeri bir şekilde dolduruyorsun. En azından aniden bir fırtına çıkmıyor buralarda.”

Elini ansible telsizine attı. “Eee, şimdi izin verirsen, zamanı geldi”. Başımı salladım. “Frekanslar biraz farklı tabii ki ama olayın temeli yine aynı: Sohbet etmek isteyen varsa frekansta...” Eline aldığı mikrofonun üstündeki düğmeye bastı ve konuşmaya başladı. “CQ CQ CQ Kaptan İdris burada. Aldebaranlı ziyaretçisiyle bitmez tukenmez yolda devam ediyor”. Ansible çağrı frekansında olan bir başka varlık cevap verdi ve uzun bir sohbet başladı. Birbirinden en azından yüzlerce ışık yılı uzak, tümüyle başka ırklardan iki varlıgın uzun mesafe dostluğunu dinlemek yüreklerimde sıcacık bir his yarattı.

Sevgili okuyucu, İdris Kaptan ve benzerlerinin sayısı gittikçe azalmakta. Benzeri zihin yapısında olan, insan veya değil, varlık sayısı her sene azalıyor. Bunun sebebi belli değil ancak benim şahsi fikrim güzel bir gece açık denizde yıldızları izleyerek aralarında yolculuk yapmayı hayal ederek dostlarıyla sohbet eden varlıkların sayısının azalması. İdris Kaptan Dünya tarihiyle 2491 yılında gemisiyle kayboldu. Emimin bir yerlerde hala dostlarıyla sohbet etmekte. Kanımca sadece etrafına kendisinden çok daha farklı bakmakta olan bizlere karşı ilgisini kaybetti ve yıldızların arasında keyfine bakmakta, arada bir sigarasının dumanından öksürük krizlerine gire gire.

20081023

221b

Sherlock was sleeping
Holmes's naked body next to his
Baker Street's little secret

Bad holiday experience

Timesharing a cabin
In the best Aldebaran shore -
Double booked and got eaten

travelspace


Lick the funny frog,
Jump over the tesseract
You're almost there

can't get drunk anymore


Universe welcomes
the careful drivers -
nanos in my wine

no seranade today


Shattered full moon
black skies and a sad song
No regrets, yet

cuppa hot chocolate

Waiting for a bit of snow
To Ski in Olympos Mons
Unhappy customers

20081022

Rain dance

The little red bug
0n Mars waiting patiently -
For the next eon's rain

20081021

Looking for Higgs

Top quark, bottom quark,
Bosons accelerated real fast,
Marbles for grownups

Lazarus Long

Generation ship
On its endless, starstruck trip -
Lost map left back at home

Dışarı çıkmalıyım yav

Parlak yıldızlar,
Soğuk açık kış gecesi,
Ya üşengeçlik...

Mısır Anıları

Gökten yağan Sfenkler?
Zıplayan piramitler?
Uyku zamanı??

Gece gelmeden...

Gözlerimi kapattım,
Uyargaçlarım sarkık ve hissiz,
Yeşil günbatımı ne güzel!

Go! Go! Go!

Silahlar parlak ve siyah,
Lazer ışınları kırmızı ve ölümcül,
Gerginlik - Hadi Şimdi!

Deep Freeze

Slowly darkness sets,
Bright blue ice crystals in my eyes -
Mishap at Pluto

Nectar of the Gods

Buzzing, twitching,
Simulated, excited,
Coffee overdose

Gökten Düşen Melekler

Çatışma bittiğinde halim yamandı.

Biz kazanmıştık. Ama nasıl kazanmıştık sormayın. Ordumuzun büyük kısmı darmaduman olmuştu. Dünyanın etrafı parçalanmış, dost ve düşman, uzaygemileri ile dolmuştu. Kılpayı üste çıkmış, kocaman işgal ordusunu yenmiştik. Düşman bundan sonra ne kadar uğgraşsa bu kadar kuvvet toplayamazdı, onlar hazırlanalım derken biz çoktan kendi ordumuzu tekrardan toparlar onların gırtlağına çömelirdik.

En azından bizlere söylenen buydu. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri ağlamaklı bir halde televizyon kameraları karşısında durumu herkese anlatmıştı. Dünyadaki halklar sığınaklarından çıkıp özgürlüklerini kutluyorlardı ve herkesin gözü göklerdeki görkemli havai fişek gösterisindeydi.

Havai fişekler... Yoğun, çok yoğun bir meteor yağmuru gibi.

Gösteri bizlerdik. Arkadaşlarım, yoldaşlarım ve şerefsiz düşmanlarım.

Devrelerim ve motorum iptaldi. Kendi gücüm ile yörüngemi değiştirmem mümkün değildi. Eninde sonunda havanın sürtünmesi benim hızımı düşürecek ve atmosferin içine doğru düşecektim. Kurtarma servislerinin elleri dolu, kurtarabildiklerini kurtarıyorlarken sıranın benim gibi cyborg-gemilere gelme ihtimali çok düşüktü. Pilleri hala sağlam telsizimle aileme ve çocuklarıma kısa bir mesaj gönderdim. Küçük ekranda yeryüzünde sağ kalanların kutlamalarını izleyerek bir fişek gibi gökte parlayarak kutlamalara katılma sırasının bana gelmesini beklemeye başladım. Umarım yaptıklarımıza değdi gelecek.

KFD

Little claws scratch the kitchen table with dread
When they see the big steaming tub of -
Oooh, Crunchy Fried Dragon!

breadcrumbs

Pitch black space bug
Waiting to attack
Tasty planet ahead

happy hour

Pint of bitter, please
asked the android
with fleshy bits melting

the second farthest and lonely planet


Flying at speed of sound high over
Cold methane clouds of Uranus
A flashback - an old memory

Fart joke ruins a scifaiku


Cold methane clouds of Uranus
No, not your anus, oh no
Stop farting, please

20081020

Cruiseship heading to Enceladus

The rings of Saturn
Shimmer and spark like glitter
In the wake of our ship

Zamazingo

Hikmet Usta alarmının çalması ile güzel rüyalarının arasından çekilerek hayatın acımasız gerçekleri ile bir kez daha karşı karsıya geldi. Traş olmaya bile tenezzul etmeden ustune tulumunu çekerek kabininden dışarı çıktı. Eski alışkanlığının etkisinde bir fare kadar gürültü çıkartmadan kabinin kapısını kapattı. Ancak gerisin geriye kapıya baktığında bunun gereksizliği görünce tekrar Hikmet'in keyfi bozuldu.

Son limandan hemen ayrıldıktan sonra geçırdıkleri kaza yüzünden oda arkadaşi Ahmet şu anda geminin morgunda bir buz kalıbı olarak birinci sinif ceset bileti ile yolculuğun geri kalanını sürdürüyordü. İşin kötüsü aynı kazada geminin mürettabatının neredeyse hepsini kaybetmişlerdi ve geriye sadece üç kişi kalmıştı. Tekrar Alfa Centauri'ye geri dönmek yerine kaptan Ayşe yolculuğa devam etmeye karar vermişti - çok zor bir karar da değildi acıkçası, geri dönmenin maliyeti devam etmeye göre çok daha fazla olduğundan Şirket sahiplerinin hışmına ugrayıp kaptanlığı kaybetmektense bir kahraman olarak Aydaki üslerine varma düşüncesi çok daha çekiciydi.

Hikmet Usta geminin tek tayfası kalmıştı geriye, bir de teknik mühendis Muzaffer, en son da kaptan Ayşe. Muzaffer ile Hikmet beraber zaten hasarlı gemiyi ayakta tutmak için korkunç bir çabayla calışıyorlardı. İlk birkaç gün tümüyle uykusuz halde neredeyse yıkılmakta olan sistemlerle mücadele ile geçmişti. Hem Muzaffer, hem Hikmet son derece yorgundular. Günlerdir ilk defa sekiz saat uyumuş ama hala uykusunu alamamiş Hikmet, Muzaffer’i azat etmek için makina odasına yollandı.

Muzaffer günlerdir ilk uykusuna gideceğinin düşüncesi ile dakikaları sayıyordu. Hala yüzünden uyku akan, yorgunluktan gözleri mosmor Hikmet makina odasına girince bir selam verdi bezgince.

"Hikmet, çok şükür geldin sonunda yahu, yıkılmak üzereyim"
"Muzaffer Bey, uyku yetmedi ya, yine de bir 8 saat siz uyuyun, sonra bi daha değişiriz."
"Bana uyar usta. Bu arada, yahu, kafa çalışmıyor, zamazingo" Muzaffer eliyle makina odasındaki kontrollere dogru salladi. "eeee, alette, meret yani, eee, diyorum ya, bi takim garip rakamlar var, bi baksana yahu."
"Tamam dert etme, ben bakarım, sen git yat."

Muzaffer kapıdan dişarı sallana sallana çıktıktan sonra Hikmet etrafına bir baktı. Hala uykunun etkisindeydi ve Muzaffer'in ne dediğine çok dikkat etmemişti. Bir şeyler yanliş gözüküyor olsa gerekti. Eninde sonunda bulurdu zaten. Bir bardak çay koyduktan sonra kendine, göstergeleri kontrole başlayarak geminin geçen her saniye daha da bozulan sistemlerine bakıcılığa basladı.

Sekiz saat göz açıp kaparcasına geçti. Hava temizleme sistemi bozulmuştu ve tamir edildi. Reaksiyon roketlerinin birisi durup dururken çok hafif bir şekilde basinç düşüklüğü gösteriyordu, olabildiğince borular yamandı, vidalar ve contalar yenilendi, sübaplar kontrol edildi. Muzaffer elinde bir bardak kahve ile kapıdan içeri girdiğinde Hikmet'in hali haraptı yine. Muzaffer ise biraz daha iyi gözüküyorsa da uykunun yeterli olmadiği belliydi.

"Muzaffer Bey, aha is listesi burada, ancak" Hikmet alnını ovaladi iki eliyle yorgunluktan "yahu şu zımbırtı hala sorun çıkartıyor. Akıl kalmadi yahu, cihaz yanlış ölçüyor yani, n'apsam yapayım bulamadım nerden."
"Tamam, ben bakarım, sen bir şeyler atıştır, git yat."

Hikmet duvardan destek ala ala yavaşça kantine yürüdü. Geminin bu kadar boş olması çok ilginçti. Kantinde bir tabağa soğuk bir kuru fasülye pilav doldurup mikrodalgaya attı ancak sigortaların attığını bir dakika boşu boşuna bekledikten sonra farketti. Kantinin ihtiyaclari o kadar aşagıdaydı ki yapılacaklar listesinde, bu olayın farkına bile varmamışlardı.

Pilavını soğuk fasülyelerle çatallarken koridordan bir pingleme duydu. Bir elinde tabak, bir elinde çatal, sesi takip etti ve kendini geminin köprüsünde buldu.

"Kaptan?"
"Hikmet, gel gel, yanlızlıktan canım sıkılmaya baslamıştı zaten."

Kaptan Ayşe bomboş köprüde tek başına koltugunda oturuyordu. Köprünün geri kalanı bomba patlamiş gibiydi ki işin gerçeği bundan çok uzak değildi. Gemiye çarpan meteorlardan birisi köprünün zırhını delip koca bir delik açmis, o an köprüdeki herkes birkaç saniye içerisinde basınç düşüşünden ölmüştü. Geminin radarlarindan birisinin arıza yapması ve genç ve tecrübesiz radar teknisyeninin diğer radara geçişindeki gecikme arasında nasıl bir şanstır ki olmuşşa olmuş, gemiye çarpan bir yiğin çakıl taşı Ayse'nin ve Hikmet'in neredeyse bütün gemi yoldaşlarının sonu olmuştu. Kaptan, o an kabininde uyuduğu için radar teknisyeninin hatasını düzeltemediğinden suçu kendisinde buluyordu. Hikmet bunun farkındaydi ancak sempati duymak için çok yorgundu.

"Ne dinliyorsunuz Ayşe hanım?"
"Ya, cihazların çoğu hala çalışmıyor, Muzaffer sen uyurken gelip birkaç kritik cihazı tamir etmeyi başardı, ben de o arada kendi kontrollerime bakıyordum ki müzik sistemi hala çalışıyormuş ancak kayıtların büyük kısmı kaybolmuş. Ben de kalanlardan sevdiklerimden birisini dinliyordum, Pink Floyd'un albumleri sağlam. Bu çalan Yankılar şarkısı. Sen türküleri tercih ederdin, değil mi?"
"Öyledir Ayşe hanım, bizimkiler beni daha bir geleneklere uygun yetiştirdiler, türküleri daha çok severim bu klasik muziklere göre."
Ayşe hafifçe gülümsedi. "Güzeldir bunlar yaaa, biraz melankolik ama olsun. Neyse, nasıl gidiyor?"
"Nöbeti Muzaffer Bey'e devrettim, şunu bitirip biraz uyuyacagım yine."
"İyi iyi, bir çeyler yapabilirsem haber verin, eğitimim farklı ama gördük biraz mühendislik sonuçta."
"Ayşe hanım, yardım edebilseniz kesin söyleriz, dert etmeyin."

Hikmet elindeki çatal ile selam verip kabinine yollandı. Bu kez Ahmet'in yokluğunu hatırlayarak kabin kapısını gönlünce çarptı kapattı.

Sekiz saat sonra Hikmet çok daha iyi hissediyordu. Makina odasından içeri bir türkü mırıldanarak girdiğinde Muzaffer'i elektron kaynaklarının birisinin altında buldu.

"Muzaffer Bey, gidin biraz dinlenin, sıra sizde."
"Hikmet, sıçtık ulan, sen uyurken sorunlar arttı da artti, meret hala çalışmıyor, ben bununla boğuşurken sen de zıkkımın köküne bir baksana yahu, uykuyu siktiret şimdi şunu halledeyim önce".

Hikmet, Muzaffer'in neden bahsettiğini anlamamıstı ama tekrar sorarak muhendisin yıpranmiş, ince iplik olmuş sabrını test etmeye kalkışmamanın daha iyi olacağını düsünerek reaktör kontrollerine göz atmaya gitti. Reaktörde çok miktarda argon var gibi gözüküyordu, Hikmet herşeyi unutarak basıncı düsürmeye ve radyoaktif argonu hazneden atmaya çalışmaya başladı. Çılgınca bir tempo tekrar başladı.

Sayısız gecen saatler sonra, Kaptan Ayşe koridordan aşagı koşarak makina odasından kafasını soktu "Ey ahali, zıplamadan çıkma zamanı geldi, hazır mıyız?"

Karşısında iki teknsiyen, yüzlerinden yorgunluk ve uyku akar bir şekilde sayıklamaya başladılar:
"Zamazingoda bi sorun var ama şansımızı deneyelim."
"Zıkkıma ben baktım yahu, bişi olmaaaz."
"Meretin seviyeleri şimdi daha iyi."
Ve uzun bir liste saymaya başladılar...

Zamanın ilerlediğinin farkında olan Ayşe, "Yeter, tamam, çıkıyoruz" diyerek köprüye geri koştu. İki teknisyen çılgın bir şekilde makina odasındaki cihazlara tekrar saldırdılar, birkaç saat daha dayanabilirlerse Ay yörüngesine yerleşip postu kurtarabileceklerdi.

Ayşe konsolundaki akan rakamlara baktı, bir yandan gözü gittikçe ilerleyen kronometredeydi. Bilgisayar sistemleri çoktan iptal oldugundan operasyon sırasında çok daha fazla kontrol edilmesi gereken şey var olsa da zaman kalmamıstı artık.

Kronometre sıfırı vurduğunda Ayşe elininin altındaki dügmeye bastı. Gemi iki boyut arasında sarsılarak hareket etti ve kendisini enerji seviyesinin daha uygun oldugu evrene yerleştirdi.

Ayşe'nin agzı kocaman açık kalmıştı. Karşısında Ay'ın gri yüzünü göreceğine kocaman parlak bir yıldız bütün haşmetiyle köprüyü aydınlatıyordu. İki teknisyenin mücaleleri arasında bir şeyin unutulduğu belliydi: Geminin saatleri normalden yavas çalışıyor olsa gerekti. Gemi dünya yörüngesinde olacağına Merkür'ün yörüngesinin bile içindeydi. Birkaç saniyelik fark birkaç işik dakikası mesafeye denk gelmişti.

Ayşe koltuğuna yığıldı. Bir eli gözlerini kapatırken diğer eli konsolda kendilerini kurtaracak bir düğme arıyorken kazara muzık sistemini acti.

Pink Floyd'un meshur şarkılarından birisi köprüyü doldurdu. "Kontrolleri güneşin kalbine ayarlayın!" Ayşe'nin kontrollerle mücadelesi sırasında sözlerin ne kadar yerinde olduğunu düşünecek zamanı hiç olmadı.

Ekonomik Kriz

- Evet, şimdi sıradaki maddeye geçiyoruz ajandada.
- Sayın Başkanım, sırada eğlence alanı ZZ9 Plural Z Alfa var. Verilen bütçe içerisinde ancak ekonomik durum göz önüne alındıgında fazladan bir yük olmakta.
- Keselim o zaman.
- Sayın Başkan, Turizm bakanı olarak buna karşıyım. Özellikle gençler arasında son derece popüler bir resort söz konusu bölge. Safari tarzı olaylar çevre bölgelere son derece iyi gelir getirmekte.
- Öte yandan bir yerlerden kesinti yapmak zorundayız.
- Ekonomi bakanlığı kesintiden yana.
- Ulaştırma bakanlığı bölgeye yatırım yapmaya taraftar değil.
- Çevre bakanlığı olarak karasız kalmış durumdayız. Safarilere katılanlar hayli bir miktar kuralları çiğneyerek yersel ekosisteme zarar vermekte. Arada bir izinsiz avlar söz konusu oluyor. Eger alan kapatılırsa belki doğal ekosisteme dönüş görebiliriz. Öte yandan kaçakçılar ve benzeri karakterler bölgeyi iyice kontrolleri altına alabilirler endişesindeyiz.
- Beyler, bu ekonomik şartlar altında bu bölgeye harcadıgımız enerjinin masrafını karşılayacak bir gücümüz yok. Ben bölgenin tümüyle kapatılması taraftarıyım. Herşeyi kapatıp elimizdeki kaynakları daha iyi bir şekilde değerlendirmeliyiz. Çok zamanımız yok. Bu konudaki tartişma kapanmıştır. Oylamaya geçiyoruz. ZZ9 Plural Z Alfa bölgesinin kapatılması için oylama başlamıştır.
- Kapatılsın.
- Açık kalsın.
- Kapatılsın.
- Kapatılsın.
- Protesto ediyoruz ancak bu şartlarda kapatılması taraftarıyız.
- Kapatılsın.
- Kapatılsın.
- Tamamdır. Çoğunluk kararıyla kapatılmasına karar verildi. Lütfen eyleme geçirilsin. Bir sonraki maddeye geçiyoruz....

Sekiz dakika sonra Güneş yavaşca parlaklığını kaybetti ve gökte siyah bir küreye dönüştü. Dünya Gezegenindeki milyarlarca insan aniden kararan havaya bakarak merak içinde kaldılar....

Dipnot: Türkçe Q Klavyeyi icat edenin agzına sıçayım yahu!

20081009

Flight 199A to Aldebaran

There, the announcement for the flight,
Time to get on board and fly to the stars -
Lie down in the pod, sweet dreams sweetie.

20081003

Bağdat

(Orjinalde http://hititgunesi.blogspot.com adresinde yayinlandi. Tacer'le bulusmaya giderken gidis ve gelis tren yolculuklarinda Eee'de dokuldu).

Bağdat - 29 Eylül 2008 - Sünni bir mahallenin pazar meydanı...

Saat sabah on otuz. Pazar meydanı yeni açılmış. Marullar taptaze, parlak bir yeşil. Domatesler olağanüstü güzel kırmızılıkta, limonlar ıslak ve sapsarı. Güzel bir sonbahar sabahı. Erkenden tazeleri kapmaya kararlı ev hanımları arkalarında sürükledikleri pazar arabalarıyla daha ucuzca tezgâhlari aramakla mesgul. Henüz daha erken oldugundan ve önlerinde daha uzun bir gün olduğundan, satıcıların o kadar da sesleri çıkmıyor, ancak komşu tezgâhların birisine başörtülü bir teyze yaklaşınca "abla bunlar daha hoş, taze, gel gel, domateslere bak, kıpkırmızı" diye bağırmaktan kendilerini alamıyorlar. Pazar meydanının etrafında ve içinde ellerinde AK-47leriyle dolasan genç askerlerin canı şimdiden bezmiş, ancak gözleri sürekli sağda solda laf atacakları bir genç kız aramakta. Ancak çoğunluk ya ufak veletler veya kartlamış yaşlı kadınlar - en azından onların gözünde.

Aniden bir gürültü. Kocaman bir kamyon üzerindeki karpuzları etrafa saça saça pazar meydanına dalar tam gaz. Salatalıklar, elmalar, armutlar, kavunlar, karpuzlar ve niceleri, içleri dolu veya boş tahta kasalar - her tarafa fırlar. Daha onsekizini yeni geçmiş genç askerler ürküp kaçmaya başlarken, 38 yaşında, Saddam'ın yıllarını hevesle anan çavuş Hüsamettin elindeki keleşi kamyona doğrultacak gücü ve sakinliği bulur ve tüfek takırdamaya başlar. Mermilerin büyük kısmı kamyonu ıskalar ancak birkaç tanesi kamyonun camına isabet eder.
Kamyonun camı aniden beyaz bir ağ parçası gibi çatlar, yavaş yavaş parçalara ayrılır mermiler arka arkaya vurdukça. Kamyonun direksiyonundaki Sıddık'ın ağzinda bir sözcük belirir; "Eşhedü en la..."

Ve aniden kamyon kırmızı bir alev bulutu içerisinde havaya uçar. Taşıdığı kasaların altındaki bomba tutuşur, etrafındaki çivi ve bilye parçalarını acımasızca etrafa salar. Kamyonun taşıdığı kasalar bin parçaya ayrılır ve çevredekilerin vücutlarını parçalar.

Patlamanının şok dalgası pazar meydanının bir ucundan diğer ucuna butun şemsiyeleri yırtar atar. Korkunç gürültüden kimse bir şey duyamaz olur. Uzaktan insanlar meydana doğru koşmaya başlar. Kardeşleri, bacıları, anaları, babaları meydanın içerisindeki korkunç ateş bulutu içerisindedir ne de olsa.

Ancak aradan birkaç dakika geçtikten sonra çığlıklar, ağlayan insanlar duyulur olur.

Tahmini ölü sayısı otuz. Yaralı sayısı bilinmiyor. Ölülerin de hepsi bulunabilmis degil. Yakınlarınca yığın içerisinden çıkartılıp, bir taksinin arkasına atıldıktan sonra hastaneye giderken hayatını kaybedenlerin sayısı her zamanki gibi muallakta.

İşgal altındaki Bağdat'ta normal bir sabah böyle başlar.

Bağdat Merkez Hastahanesi Morgu 14:30...

Son üç saattir ceset üstüne ceset geliyordu. Sabahki bombalamanın etkileri hâlâ devam ediyor, çeşitli mahallelerde birbirlerini kurşunlayan Şiilerin ve Sünnilerin cesetleri de yığıldıkça yığılıyordu. Vurulanların büyük kısmını sokakta öldürüldükleri yerde kalırken, bazı cesur insanlar daha sonra kendilerine olacakları düşünmeden yakınlarının bedenlerini alıp, daha sonra cenaze namazını kılıp gömebilmek için, morga taşıyorlardı. Savaş başladığından beri yüzbinlerce Iraklı bir şekilde ölmüş, cesetlerin büyük kısmı Bağdat morgundan geçmişti.

Doktor Hikmet, önüne son gelen cesede baktı: "Ulan eşşolueşşek, bu herif bizim degil, yabancı lan bu, ne buraya getirdiniz bu adamı, alın geri götürün. Yok yok, birinci şubedeki Amerikalılara verin, bokun soyu herifler kendi cesetlerine kendileri baksınlar!" Ellerini tuttuğu kanlı bezle silip, bir sonraki cesedin üstünü bir kimlik bulabilmek için aramaya basladi.

Bağdat Hava Alanı Amerikan Üssü Morgu, 18:30...

Er Jon Jones ambulanstaki torbalı cesetlere baktı. Son zamanlarda normal bir günde sadece iki-üç kişi ölüyordu, ancak bu gün hayli hareketli bir gündü. Güya Ramazan'ı kutluyordu müslümanlar ama Jon'a göre hepisinin yolu cehennemdi. Göğsünün üzerindeki haç kolyesine elini koyayarak "Dinsiz köpekler" diye mırıldandı ve cesetleri birer birer arabalara koyarak morga taşımaya başladı. Cesetlerden birisinde künye yoktu.

"Teğmenim, burda kimliksiz bi tane var, n'apıyım?"

Masasında, önünde bir elektrikli fan ile oturan Teğmen Clive, bütün bıkkınlığıyla "Ayır bi kenara, diğerleriyle işi bitince doktorlar ona bakarlar artık. Bu gün yoğun bir gün olacak" diye cevap verdi.

Jon ceset torbasına kimliksiz olduğunu belirten "John Doe" etiketini bağlayarak morgun en kenar köşesine cesedi attı ve arkasına bakmadan kalan cesetleri ambulanstan indirmeye devam etmek için yollandı.

Bağdat Merkez Hastahanesi 1 Ekim Morgu 02:45...

Doktor Yüzbaşı Stephen Suskin'e cesetlerden illallah gelmişti. Bombalamadan beri şehirde şiddet patlamış, dini bayram bilmeden birbirlerine girmişti Şiiler ve Sünniler. Amerikalı ve Iraklı askerler düzen sağlamak için çeşitli noktaları kontrole kalkışmış ve ağır kayıplar vermeye başlamışlardı. İki gündür ceset üstüne ceset morga gelmektekteydi. Çoğunluğu ciddi travmalar sayesinde hayatını kaybetmiş, on sekiz-yirmi yaşlarında çocuklar. Stephen'in burada yeni olduğundan morg bekçiliği görevi ona düşmüştü. Irak'a birden fazla defa tayin olan doktorlara morg çok karamsar geldiğinden, yeni gelenlere yaşamın gerçeklerini tanitmak icin onları morga atamak, savasin uzun surecegi belli oldugundan beri bir gelenek olmustu.

Haliyle Stephen'ın bıkkınlığı ve depresyonu anlaşılır bir durumdu. Neredeyse 15 saat önce başlayan nöbeti ile 19. cesedi karşısındaydı. Artık alışkanlığa vurmuş hareketlerle yeni cesedi torbasindan çıkartıp tezgahın önüne koydu ve otopsi kayıtlarının tutulduğu teybin kayıt düğmesine bastı.

"1 Ekim 2008, 02:55. Kimligi belirsiz John Doe. Notlara gore 29 Eylül Bağdat bombalamasında hayatını kaybetmiş. Ceset beyaz. Sarı saçlar, mavi gözler, açık renk ten. Vücut ağır travma geçirmiş. Sol kolu omzundan kopmus. Tahmini ölüm sebebi kan kaybı ve şok. Vücudun geri kalanında çeşitli şarapnel izleri var. Göğüs kafesinin sol tarafına üç ayrı şarapnel girmiş. Bacaklarında çeşitli morarmalar ve ezikler mevcut, muhtemelen sert bir objeye çarpmış. Sağ dizin hemen altında tam bir kırık var."

"Şimdi otopsiye başlıyorum. Göğüs kafesini açıyorum."

Stephen eline testere alıp göğüs kafesini T şeklinde kesti ve elleriyle göğüs kafesini açtı.

"Şarapnel parçalarının üçü de akciğerini sol taraftan delmis durumda. Kalp civarında kanama söz konusu. Şimdi sağ akciğeri inceliyorum".

Stephen birden bire durup sağdaki organı eliyle yokladı.

"Bir gariplik var, akciğerin olması gereken yerde kırmızı bir organ var. Bronşlar sağ tarafa gitmiyor. Bu organın altında küçük yuvarlak baloncuklardan oluşan başka bir organ var".

Cesedi sağ kolundan tutarak yan çevirdi ve sırtına dikkatlice baktı.

"Sırtında bir takım çizgiler söz konusu. Elimle yoklayınca solungaç gibi duruyor ama mümkün değil böyle bir şeyin olması. Bir genetik anomali olsa gerek. Bombalama sırasında bunların açılmış olma ihtimali çok düşük."

Eline, otopsileri kanıtlamak için kullanılan dijital kamerayı alarak yarıkların bir kaç fotoğrafını çekti.

"Otopsiye devam ediyorum, karın bölgesini incelemeye geçiyorum. Mide ve bağırsaklar sağlıklı gözüküyor ancak..."

Şaşkınlık.

"Ancak mide iki parçadan oluşmuş gibi. Safra kesesi ve apandisiti bulamıyorum. Apandisitin alındığına dair bir ameliyat izi vücutta gözükmüyor. Pankreası da bulamıyorum. Sanki birisi bu adamın iç organlarını ordan oraya oynatmış. Pankreasa benzer bir organ buldum ama karaciğerin altına saklanmış. Böbreklerin boyutları hayli küçük, birkaç santim uzunluğundalar."

Er Jon gece nöbetlerinden nefret ediyordu. Cesetlerle uğraşmak zor olsa da geceleri morgda bulunmak daha da zoruna gidiyordu. Mümkün olduğunca zamanını küçük bir odada etrafındaki ölülerin ruhları için dua ederek geçirsede, en azından arada bir doktorlara gözükmenin uzun vadede yaşamı icin daha yararlı olduğunun farkında olduğundan incilini kapatarak diz çöktüğü yerden kalktı ve morgda dolaşmaya başladı. Otopsi odasındaki ısığın hâlâ açık olması doktorlardan birinin hâlâ calıştığını gösteriyordu.

Aylardır morgda çalışmasına rağmen halen ölülerden rahatsız olduğu halde otopsi izlemek ilginç bir haz veriyordu. Bir cesedin ruhsuz bir et parçası oldugunun en güzel kanıtıydı otopsiler. Hiç bir saf ruh bu haldeki bir cesette durmaz, direk cennetin kapılarına giderdi. Saf olmayanlar ve çevrede kalmayı tercih eden ruhlar için ise otopsi güzel bir cezaydı. Sessizce otopsi odasının kapısını açarak içeri girdi.

Stephen olduğu yerde korkudan zıpladı ve gözleri faltaşı gibi açık Jon'a baktı. Otopsi yaptığı ceset önünde her tarafı açılmış duruyordu. Jon yüzbaşıyı bu kadar korkutacağını hiç düşünmemişti.

"Yüzbaşım? Bir şeye ihtiyacınız var mı?"

Stephen başını sallayarak Jon'a "Gel gel," yaptı ve anlatmaya başladı:

"Bu adamın vücudu saçmasapan bir şey. Gözleri mavi ama dikkatlice bakarsan altında bir göz kapağı daha var. Beyni korkunç bir şekilde karışık, girintiler çıkıntılar, ayrıca kalan her şey çok düzenli, damarlar çok güzel bir şekilde düzenlenmiş gibi. Gözlerinden birisini kesip mikroskop altında göz ağına baktım, bulamadım. Normal insanlarda göz damarları on taraftadır, bu adamda ise arka tarafta. Ayrıca çok daha fazla duyargası var. Vücudunun kalanı da..."
Stephen bulduklarını bir bir Jon'a anlatmaya başladı.

Jon yüzbaşının dediklerini dinledikçe korkusu gittikçe arttı. Karşısındaki bir insan değildi. Bir canavar, yok hayir, bir şeytan! Bir iblis!

"Yüzbaşım, ne yapacaksınız bu cesedi?"
"Kime soylesek inanmazlar, genetik arıza derler, bozukluk derler. İnanılmaz bir şey."
"Yüzbaşım, siz gidin biraz dinlenin. Çok yorgun olduğunuz belli. Siz biraz içerdeki odaya geçip uyuyun, ben burayı toplar temizlerim."

Şok geçirmekte olan Stephen hiç itiraz edemedi. Yavaş yavaş nöbetçi doktor odasına yürüyerek kendisini yatağa atar atmaz derin bir uykuya daldı.

Jon operasyon masasına dogru yürürken içinden geçirdi: "İblisin evladı."

Birkaç saat sonra bir avuç dolar el değiştirdi ve büyükçe bir torba bir taksinin arkasına atıldı.

Sabahın ilk ışıkları doğarken dokuz yüz ikinci yüzyıldan gelen yolcunun zavallı cesedi Fırat'ın kirli sularına bacağına sarılmış zincirin ağırlığıyla gömüldü. Babil'i incelemek isteyen bir araştırmacı birkac bin yıllık bir hata yüzünden pisi pisine böyle gitti.